2030'DA ÜNİVERSİTELERE BAKIŞ
Bireysel açıdan öğrenme ve bilgiye erişme alışkanlıklarımızda; sosyal açıdan ise, iletişim kurma biçimimizde daha şimdiden derin etkiler bırakan teknolojinin – eğitime getirdiği katma değerlerinin de doğal bir sonucu olarak – yükseköğretim kurumlarında dikkate değer bir değişime neden olacağı açıktır. Bu bağlamda, üç nesildir doktora yapan bir ailenin ferdi olarak kaliteli eğitim alabilen şanslı azınlığın bir parçası olduğunu ifade eden, ücretsiz çevrimiçi dersler veren internet tabanlı eğitim şirketi Coursera nın kurucu ortaklarından Daphne Koller, TedTalks’da 2012 de yaptığı konuşmasında, artık herkesin iyi bir eğitim almasının önünün açıldığını söylerken, aslında çevrimiçi eğitimin sunduğu ve de sunabileceği imkanlara ışık tutuyordu bir bakıma. Bu yüzden de, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin 26. maddesine konu olan “eğitim hakkının” artık nitelikli eğitimciler ile yerel bir çerçeveden çıkıp, evrensel bir düzeye ve geniş kitlelere ulaştığının müjdesini veriyordu.
Önümüzdeki 15 – 20 yıl içerisinde, tipik kült Hollywood filmlerinde gördüğümüz katastrofik sonlar ya da derin bir küresel ekonomik kriz yaşamayacağımız varsayımından hareketle, gerek teorik ve uygulamalı derslerin verilme biçiminin değişmesiyle, gerek zaman, uzam ve mekân gibi kısıtlılıkların bağlayıcılığının azalmasıyla, gerekse de küresel bir eğitim algısının kökleşmesi ve bunun sonucunda da sertifikalandırma sürecinin hızlanmasının etkisiyle; üniversite düzeyinde verilen eğitim, radikal değişimlere maruz kalarak evrilecektir ve işte bu nedenle de, üniversiteler bu değişim karşısında yerlerini belirleme, yatırım yapacakları alanları iyi tespit etme zarureti ile karşı karşıyadırlar.
Şu anda kısmen yaşadığımız ve belki de bir parçası olduğumuz eğitim alanındaki teknolojik imkânların artması önümüzdeki yıllarda üniversite eğitimine bakışımızı dört açıdan köklü biçimde değiştirecektir ki bunlar da sırasıyla; öğrenciler, üniversite yönetimleri, ders içeriklerinin sunumu ve aktarılış biçimi ve son olarak da bilginin ölçülüp – değerlendirilmesidir. Olası değişimleri öngörerek bir tutum belirleyebilmek adına, bu dört unsuru da teker teker ele almak gereklidir.
ABD Çalışma Bakanlığının 2012 raporuna göre, şu anda ilkokulda eğitim gören öğrencilerin %65i henüz var olmayan mesleklerde çalışıyor olacaklar. Kısaca onları nasıl bir geleceğin beklediği ve onları neye hazırlamamız konusunda aslında hiç birimizin net bir fikri yok. Kısmen Y neslinin ve büyük oranda da Z neslinin öğrencileri açısından; öğrenme, bilgi kaynağına ulaşma, çalışma saatlerini planlama ve yönetme, bilgiyi tüketme hızı ve hatta not alma alışkanlıkları bile ciddi biçimde değişime uğramış durumda. Bugün, ilginçtir ki, dört yıllık üniversite hayatı boyunca hiç kütüphaneye girip kitap ödünç almamış pek çok öğrenci var üniversite kampüslerinde.
Canvas, Sakai, Moodle ve Blackboard gibi Öğrenme İçeriği Yönetim Sistemlerinin yöneticileri öğrencilerin okul derslerine çalışmak için bu sistemleri sıklıkla gece 23:00 ile 01:00 arasında yoğun bir biçimde kullandıklarını belirtiyorlar. Bu zamanı kullanmaya dair değişim yaşandığının açık bir göstergesi. Öte yandan, çevrimiçi üniversitelerde okuyanların yaş ortalaması örgün eğitime başlayan öğrencilerin ortalamasından neredeyse on yaş daha büyüktür. Yani gündüzleri çalışan, iş sahibi ve ne istediğini bilen bir grup bu tür çevrimiçi eğitimlere talip olmaktadır. Bu da yeni öğrenci profilinin demografik yapısının değiştiğini gösteren başka bir veridir.
Aynı zamanda, defter ve kalem kullanmayan, tüm ders notlarını tahtadan çektikleri resimler ile alan mobil bir nesil var karşımızda. Akıllı telefonlar vasıtasıyla her an online haldeki bu öğrenci grubu son beş yılda iki kat daha fazla zaman geçirmeye başladı sosyal paylaşım sitelerinde. İnternet üzerinden her tür paylaşım ve alışveriş ise çok sıradan bir rutin haline geldi. Özetle, karşımızda dikkat aralığı iyice kısalmış, hızlı tüketen, çabuk sıkılan, çalışma saatleri aralığını değiştirmiş ve sürekli güncellenen uygulamalar ile birlikte hep yenilik talep eden bir genç kitle var. Onları saat 09:00 ile 17:00 arasında 10ar dakikalık teneffüsler ve 50 dakikalık tahta önünde geçirilen dersler ile yönetmeniz artık pek kolay değil. Değişim bu yönde hızla devam ederken, eski klasik yöntemler ile bu öğrencileri ne cezbetmek ne de tatmin edebilmek pek mümkün görünmüyor!
İkinci olarak, üniversite yönetimlerinin önümüzdeki yılların bütçelerini planlarken gelecek olan öğrenci profilinin alışkanlıklarını göz önünde bulundurması önemli bir kıstas olacaktır. Kitlesel Açık Çevrimiçi Kurslar (MOOCs) ile bina, ısınma, yıpranma payı, kırtasiye vb. masraflar olmadan ya da asgari düzeylere çekilerek, artık yüz bin kapasiteli sınıflar bile açmanız teknik olarak mümkündür. Üstelik senkron ve asenkron çevrimiçi araçlar ile içeriği iyi planlanmış bir dersi defalarca izlenebilir hale getirmeniz de mümkündür. Khan Academy, Coursera, EdX, My Open Courses ve Yale Open Courses gibi “yeni sanal üniversiteler” bunların en güzel örneklerini 7/24 “kullanıcılara” – aslında öğrenicilere – sunmaktalar.
Bir Türk girişimcinin başlattığı “Udemy” gibi çevrimiçi ders anlatma platformları hemen her alanda size ders alabilme, hatta iyi olduğunuzu düşündüğünüz bir konuda ders verebilme ve bunu pazarlayabilme imkânı sunmaktadır. Bu platformda verilen derslerin içeriğine baktığımızda; konuya bağlı olarak çok kısa mini dersler olabileceği gibi; interaktif içeriği olan ve yüzlerce dersten oluşan uzun ve kapsamlı konular da eğitim alınabilmektedir.
Klasik üniversitelerde sınıflara, amfilere, binalara, temizliğe, ısıtma ve soğutmaya, personel giderlerine, kırtasiyeye harcayacağınız tüm paralardan ciddi bir biçimde tasarruf etmenin yanı sıra; yüzlerce hatta binlerce öğrenciye aynı anda eğitim hizmeti sunabilmek mümkündür. Öte taraftan, öğrencilerinizin sizden eğitim alabilmesi için her gün okulunuza toplu taşım ile gelip gitmesine ya da o üniversitenin olduğu şehre ya da ülkeye taşınmasına gerek yoktur; onları barındırmak için bir yurt, yemek yiyebilmeleri için bir kantin açmanız da gerekmez. Halk Üniversitesinin (University of People) kurucusu Shai Reshef’in ifade ettiği gibi artık çok çok düşük maliyetler ile herkesin erişebileceği ve mali gücünün yetebileceği (çevrimiçi) üniversiteler, eğitimi artık bir imtiyaz olmaktan daha ziyade, erişilebilir bir temel hak haline getirmiştir.
Üçüncü husus ise, ders içeriklerinin sunumu ve aktarılış biçiminde görülen değişiklikler ile eğitimde ciddi bir kazanımın elde edilmesiyle ilgilidir. Batıda klasik Antikite dönemi; doğuda ise medrese geleneği ile başlayan bilginin bilgi sahibinden bilgiye ihtiyaç duyana aktarıldığı okul dediğimiz bir mekân içerisinde gerçekleşen ve öğretici-öğrenici ilişkisi üzerine kurulu öğrenme ve öğretme süreci neredeyse asırlardır hiç değişmeden tarzını korumaya devam etmektedir.
20 yüzyılda, Marconi’nin icadının uzaktan eğitimde kullanılabileceğinin fark edilmesinin ardından, telefon, televizyon, CD-rom, bilgisayar ve internetin klasik sınıf yapısını değiştirebileceği öngörülmüştü. Ancak bunun tam olarak gerçekleştiği söylenemez. Gündelik hayatımızda bu kadar çok yer tutan teknolojinin sınıflara etkisi; sadece kullanılan öğretme aracının değişmesi ile sınırlı kaldı; karatahtanın yerine ya da yanına; slayt makineleri, tepegözler, yansıtıcılar ardından da internet erişimli akıllı tahtalar geldi. Tebeşir yerini gazlı kalemlere ya da dijital kalemlere bıraktı. Ama öğretmen ve öğrencinin sınıftaki rolü değişmedi. Bu noktada en çok değişmesi öngörülen şey belki de ders içeriklerinin daha etkileşimli hale gelmesi idi. Bu noktada animasyonun, hareketli görsellerin, kullanıcının düzey ve öğrenme eğilimlerine göre şekil kazanan yapay zekâ destekli eğitim programların müfredata uyarlanması kaçınılmaz hale gelmiştir.
Gardner’ın Çoklu Zeka Teoreminin eğitimde içerik hazırlamayı yeniden şekillendirmekte olduğu yadsınamaz. Artık karma öğrenici tiplerinin algı ve ihtiyaçları da dikkate alınarak içerikler yeniden düzenleniyor; diğer taraftan; hiperaktivite, dikkat dağınıklığı, özel eğitim ve öğrenme güçlüğü gibi kavramlar sınıfların kaçınılmaz bir parçası haline geldi. Hazırlanan görsellerin, sunumların süresi kısaldı. Sadece durağan şekiller, yazılar, ya da sadece görüntülerden oluşan öğrenme materyallerinin kalıcı olmadığı; ama farklı tarzları birleştiren içeriklerin daha kalıcı etkisinin olduğu ve dolayısıyla öğrenmeyi güçlendirdiği bilimsel olarak ortaya konuldu.
PISA skorları diğer ülkeler ile karşılaştırıldığında, açık ara önde giden Finlandiya’da eğitimin yaşayarak öğrenme felsefesi üzerine oturtulduğunu görüyoruz. Bu ülkede günlük ders sürelerinin iki buçuk saate kadar kısaltıldığını, on dört yaşına kadar öğrencilere sınav verilmediğini dikkate aldığımızda, artık saatlerce kapalı bir sınıf ortamında sürekli “kuru” bilgi aktarımına dayalı çoktan seçmeli testlerin ağırlıkta olduğu ders içeriklerinin iflas ettiğini söylememiz mümkündür. Özetle, ders içerik ve programlarının farklı öğrenici tiplerinin ihtiyacını dikkate alarak, daha kısa, daha interaktif ve daha bireye indirgenerek kişiselleştirildiği ve kesinlikle daha eğlenceli hale getirildiği bir eğitim dünyasına yönümüzü çevirmek zorundayız.
Son olarak, belki de değişmesi en zor ve sancılı bir adım olarak, verilen bilginin ölçülmesi ve değerlendirilmesinde nereye doğru gidildiğini ve gidilmesi gerektiğini ele almak gereklidir. Bunun için öncelikli olarak üniversite düzeyinde bilgiye, ders içeriklerine nasıl ve ne oranda ulaşılabildiğini görmemiz iyi olacaktır. Bugün ABD’deki saygın ve markalaşmış pek çok üniversite derslerini hem web üzerinden hem de ITunes gibi mağazalar üzerinden ücretli ya da ücretsiz ya da sembolik ücretler ile herkese açık ve erişilebilir hale getirdi. Bugün herhangi bir kimse Yale’den, Harvard’tan, Open University’den neredeyse istediği her alandan derslere erişim imkânı bulabilmektedir. Gerek Youtube üzerinden gerekse de pek çok okulun LMS platformları üzerinden dersler paylaşıma açık hale getirilmektedir.
Facebook, Twitter, Instagram, Pinterest ve Youtube gibi sosyal paylaşım ağlarının getirdiği özgürlükçü, paylaşımcı ve gerçek zamanlı iletişime dayalı hayat felsefelerinin etkisi, eğitime de yansımaya başladı. Düşüncelerini, eğilimlerini, resimlerini, siyasi görüşlerini rahatça paylaşabilen kitleler aynı özgürlüğü eğitim araçları içinde talep eder hale geldiler. En basit haliyle, dönemlik Ekonomiye Giriş dersini Yale’den alabilmeniz ve tüm dersleri internet üzerinden izleyebilmeniz mümkündür. Ancak, buradaki içerik sizi tatmin etmez ise, ya da bir konunun yeterince iyi anlatılmadığını düşünüyorsanız; örneğin mikro işletmelerde finansman konusu için, Khan Academy’ye ya da Udemy’ye girerek bu alanda sertifika alabilecek seviyede destek almanız, ders materyallerini indirmeniz, bloglara ve wikilere girerek gerçek zamanlı tartışmalara katılmanız mümkündür.
Tüm bu olumlu gelişmelere karşın tek sorun, alınan derslerin, ders içeriklerinin, buralarda sunulan müfredatın kapsam ve sınırlarının küresel düzeyde akredite edilmesi ve sınavlar marifetiyle sertifikalandırılması sorunudur. Önümüzdeki birkaç on yıl içerisinde bu bağlamda büyük ve ciddi adımlar atılacaktır. Nitekim aynı kalibrelerdeki bazı üniversiteler çevrimiçi alınan dersleri kredili örgün ders gibi kabul ederek not dökümlerinde geçerli sayarak akredite etmeye başladılar. Bunun yaygınlaşması hem kaliteli eğitimi herkese açık ve erişilebilir kılacağı gibi; eğitim maliyetlerini de ciddi oranda düşürecektir.
Günümüz Türkiye’sinde örneğin Anadolu Üniversitesi’nin uzaktan eğitim aracılığıyla oluşturduğu sanal üniversitenin öğrenci sayıları kısa sürede inanılmaz rakamlara ulaşmış durumdadır. Coursera’dan, Khan Academy’den ders alanların sayıları ise artık altı basamaklı rakamlara doğru ilerlemektedir. Bu noktada, “küresel bir uzaktan / sanal eğitim akreditasyon mekanizmasının” devreye sokularak, büyük sınav merkezlerinde sanal ortamda alınan derslerin gerçek anlamda – örgün ortamda – ölçülmesi ve değerlendirilmesi sürecinin hayata geçirilmesinin adımları atılmak durumundadır.
Ülkemizdeki eğitim mevzuatının, özellikle de YÖK mevzuatının, yakın dönemde bu tür yeniliklere onay vermesini beklemek biraz iyimserlik olacaktır; ancak bu önünde durabileceğiniz ve direneceğiniz bir durum değildir. Örneğin bugün İngiltere’deki “red brick” üniversitelerinin büyük bir kısmı eğitim sektöründeki vergi kanunları İngiltere’ye kıyasla daha esnek ve teşvik edici olduğu için Hollanda, Amsterdam’da kurdukları akademik üsler ile, Dubai’de oluşturdukları çağrı merkezlerinden size ulaşarak, örneğin, Liverpool Üniversitesinden dokuz modüllü bir müfredata dayalı, üç ila beş yıl süren bir eğitimin ardından söz gelimi - eğitim yönetimi alanında online doktora mezunu olmanıza imkan sunmaktadır. Çalışanlar için çok cazip bir tekliftir bu gibi alternatifler.
Elbette pek çok çevrimiçi lisansüstü ve doktora programı sunan üniversite; değerlendirmelerinin yaklaşık % 80ini bizzat kendi kampüslerinde yaptıkları yılsonu bitirme sınavları ile tamamlamaktadırlar. Bu konuda hala online sınavların güvenilirliği tartışmaya açıktır. Ancak bu tereddütlere karşın, küresel düzeyde yabancı dil bilgisinin yeterliği ve bu bilginin online olarak test edilip sertifikalandırılması, uzun zamandır, oldukça sağlıklı bir biçimde uygulanmaktadır. Örnek vermek gerekirse, ABD menşeili ETS eğitim kuruluşu, TOEFL iBT sınavıyla dört dil becerisini ölçecek şekilde sınavlar yapmakta ve bu sınav sonucu neticesinde adaylar dünyadaki binlerce üniversitede okuma hakkı elde edebilmektedirler.
Eğitim sektörünün en güçlü aktörlerinden birisi olan Pearson şirketi ise bu noktada teknoloji kullanımını bir adım daha ileri taşıyarak, yabancı dil eğitimi alanında PTE sınavı ile dört dil becerisini dijital ortamda değerlendirerek, birkaç saat içerisinde sınav sonucunuzu size bildirebilmektedir. Bu sınav da dünyanın pek çok yerinde kabul görmekte ve size üniversite kapılarını aralamaktadır.
Dil yeterliği konusunda, ağız birliği yapan ve farklı eğitim kuruluşları tarafından verilen sonuç belgelerine göre aday öğrencilere kendi okullarında okuyabilir onayı veren binlerce üniversite, önümüzdeki yıllarda aynı sertifikalandırma sürecini farklı alanlar için de kabul etmeye başlayacaktır. GRE ve GMAT gibi sınavların içeriği farklı alanlara yayıldığında, adayların ekonomi, tarih, felsefe, eğitim, vs alanlarındaki bilgisi global bir sertifikalandırma kurumu marifetiyle onaylanacak ve belki de belirli bir alanda lisans, lisansüstü diploması verilebilir hale gelecektir; üstelik de eğitiminizi hangi okulda aldığınıza, örgün mü sanal mı eğitim gördüğünüze, derslerinizin bir kısmını Tokyo’da bazılarını Kahire’de kimini Stanford’da aldığınıza bakmadan, dünya üniversitesi mezunu olmanız sıradan bir hale gelebilecektir. Yani bildiğimiz fiziksel dört duvar içine sıkıştırılmış eğitim anlayışı fosilleşmeye yüz tutmaktadır.
Bu nedenle, yeni yüzyılın üniversiteleri teknolojik alt yapıya yatırım yapan; amfilere harcanan beton ve ısıtma maliyetlerine bütçe ayırmaktan daha ziyade uzaktan eğitim stüdyolarına, interaktif ders içerikleri oluşturmaya para harcayan üniversiteler olacaktır. Fiziksel anlamda üniversiteler elbette varlığını sürdürmeye devam edecektir ancak önümüzdeki yıllar bize teorik derslerin 7/24 ve mekan sınırı olmadan, tamamen küresel üniversitelerde yapıldığı ama sadece pratik uygulama gerektiren durumlar için – muhtemelen 3 ve 4. sınıf dersleri için – binalara ihtiyaç duyan bir müfredata kucak açacaktır. Bu akıntıya kulak asmayarak ya da set çekmeye çalışırken boğulup gitmek yerine şimdiden sallar için gerekli malzemeleri inşa etmeye başlamak ilk adımları atmak için yeterli olacaktır.
Nevfel Baytar
2014...
Yorumlar
Yorum Gönder