Tesadüf Öyküleri İkinci Kitap Üçüncü Öykü
Birinci Bab
Kanadı Kırık Bir Melek
Fantastik bir gerçek öykü.
Hiç yaptığım bir şey değil erken kalkmak. Hele de tan kızıllığında, güneş doğmaya yakınken. Hani o gece mi, yoksa gündüz mü ikilemini yaşadığınız ara zaman? Araf saatler. Kısmen siyaha çalan bir kızıllık ile yer yer koyu sarıya bulanmış bir ince mavilik. Tam bir renk keşmekeşi. Ama durgun, biraz da ölü ama her an yepyeni bir doğuşa şahitlik edecek kadar da mümbit ve gebe.
İnce ve kırılgan sirrus bulutları güneşin doğduğu yönde ufku kaplayan dağların üstünü öbek öbek doldurmuş. Balkondan ufuk çizgisine doğru bakıyorum, bir elim korozyon ile yer yer lekelenmiş metal trabzanda, diğer elim yarım dolu su bardağında. Ölü metal ve can veren suyun birleşimi gibi vücudum; varlık ve yokluk arasında gidip geliyor mutedil bir seyir halinde.
Belli belirsiz bir kaç yıldız kalmış gökyüzünde. Göz kırpıyorlar; çapkınca, sanki gel der gibi ama uzakta…Bir türlü erişilemeyen sevgililer gibi. İstekli ama mesafeli… Kandırmak ister gibi ama kararsız istihzalı bir tebessüm ile her an bir buse konduracak gibi… Bırakıyorum o çapkın bakışları gökyüzündeki yerlerine.
Sonra gözüm biraz daha yükseklere takılıyor, göğün derinliklerine doğru. Sonsuz koyu maviliğin kalbine doğru odaklanıyor göz bebeklerim. Ta gökyüzünün orta yerinde; muazzam kainatın kalbindeki bir yıldız çarpıyor gözüme. Diğerlerinden biraz daha farklı parıldayan. Daha turkuaz, daha mavi. Soluk ufuk çizgisinin tam üstünde, başımın hizasının biraz üstünde, sonsuz uzay boşluğunun merkezine konuşlanmış.
Yıldızlar aslında birer sıcak küredirler, tıpkı bizim güneşimiz gibi. Çok daha büyük, değişik büyüklüklerde ateş topları; etraflarında gezegenler durmadan onları tavaf ederler, hem kendilerini, hem yörüngelerinde, hem de diğer takımyıldızlar arasında, nebulaların içinde ve samanyollarının diplerinde. Ama hepsi birer küre, ya da küremsi gök cisimleri. Bazıları amorf da olsa hepsi birer yuvarlak ateş topu; milyarlarca yıl sonra belki de soğuyup birer dünya olacaklar farklı alemlerde...
Ama bu gözlerimi ayıramadığım açık mavi tonlarındaki bu yıldız biraz daha flu bir şua ile halelenmiş. Bir ışık topundan daha ziyade bir kuyruklu yıldızı andırmakta; uzun ve ince. Işıklar saçan bir yıldız gibi gerçekten, bayraklardaki gibi beş ya da köşeli değil elbette. Yayvan haldeki bir şua huzmesi şeklinde… Orada o büyüleyici ve çılgın ışık cümbüşūnūn orta yerinde ama yapayalnız…
Giderek parlaklığı artmaya irileşmeye başladı gökyüzünün sonsuzluğunda. Evet bu mavi ince çizgi hareket halinde ilerlemeye başladı… Gökyüzünden kopup, yola koyuldu tıpkı kayan bir yıldız gibi, göktaşı misali.
Yatay başlayan hareket ivmelendi. Düzlem değiştirdi sanki bir anda. Gözlerim sanki bir mucizeye tanıklık eder gibiydi. Hareket eden bir yıldız. Belki küçük bir göktaşı, kim bilir? Kayıp giden bir kuyrukluyıldız, yörüngesini kaybetmiş, belki de sonsuz boşluğun ortasında?
Sonra yaklaşmaya başladı yeryüzüne doğru. Yönünü sanki yeryüzüne çevirmiş, çapraz bir şekilde dalış yapar gibiydi mavi gezegene doğru. Onca zaman sonra, karanlık ve ölü uzay boşluğundan hayat dolu bir gezegene hicret eder gibiydi.
Yeniden doğuş, belki de reenkarne olmak istiyordu. Eski karanlık günleri unutmak… Binlerce yıldır yaşadığı anlamsız boşluğu anlamdırmak ve yeni bir ikinci hayatla taşlandırmaktı amacı. Yepyeni bir hayata gözlerini açmak, başka bir paralel evrende, başka bir ikinci hayata merhaba demekti tüm istediği? Kim bilir?
Yıldızlarda insanlar gibi reenkarne olur mu acaba, sorusu takıldı beyninin kıvrımlarında bir yerlere. Belki bu küçük kuyruklu yıldız, karadelikten veya solucan deliğinden geçip, holografik bir yansımayla kıvrılıp, farklı zaman tünellerden geçerek, ilerleyip kendisini tamamen başka bir alemde buluyor olabilir miydi acaba? Çok daha parlak, çok daha alımlı, ışığıyla diğer yıldız müsevettelerini kıskandıracak kadar şaşaalı, göz alıcı olmayı kim istemezdi ki?
İnsanlarda zaten böyle bir acziyet duygusuyla reenkarne olmak istemiyorlar mı diye sordu kendine, bir taraftan kayan mavi yıldızın kendi beynindeki izdüşümünü imgelerken.
Koskaca Hint felsefesi bununla yoğrulmamış mıydı? İçler acısı bir paryalıktan kurtulup, Vedik Gotra sisteminden sıyrılıp, yepyeni bir kıtada, tamamen farklı bir beden, farklı bir statü ve yepyeni ortama doğacağı masalıyla insanları kandırıp durmamış mıydı tüm bu sistemi kurgulayan o dönemin üst-aklı ve din-tanzim edicileri?
Belki de bu kuyruklu yıldız da aynı dertle, aynı öykünmeyle kendisine çizilen yörüngesinden çıkmış, yepyeni bir hayata yelken açmıştı. Deniz yolculuğu için kullanılan gemi sözcüğü, uzay gemileri için de kullanılıyor diye geçti birden aklından, yelken açmak tabiri bunu çağrıştırmıştı zihninin başka bir kıvrımlı yerinde dentritlerden bir yol bulup aksonları harekete geçirip; tıpkı solucan deliği tünellerinde bir çıkış arayan kayıp kuyruklu yıldız gibi avare.
Kuyruklu yıldız hızla aşağıya doğru düşmeye başladı. Açık ve silik turkuazımsı mavi rengi sanki reenkarne olurcasına renk değiştirmeye başladı. Sadece şekli ve formu değişip sivrilmekle kalmamış, rengi de farklılaşmıştı tedrici biçimde. Biraz sarılık, biraz turunculuk eklendi kuyruklu yıldıza. Soğuk mavilikten, canlı sarılığa geçiş.
Bu iki rengi karıştıdığınız zaman yeşil oluyor, biliyorsunuz değil mi? Renk spektrumundaki soğuk mavi ile sıcak sarı birleştiğinde ara renk yeşil çıkar ortaya. Sanki donukluk ve parlaklık merç olmuş da yepyeni bir şekle ve biçime evrilmiş gibi…
Kuyruklu yıldız giderek yaklaştı. Ufukta hızla aşağı düşüyordu. Koyu karanlık ve grilikten kurtulup, mavi ve yeşil gezegeni mesken tutmaya ant içmişcesine kararlı ve hızlıydı aşağı inerken.
Her göktaşı atmosfere girdiğinde friksiyonun etkisiyle alev alır va birden daha parlak olur. İşte bu ana şahitlik ettiyseniz, sizden dilek tutmanız beklenir.
Ne acı değil mi? Bir şeyin ölümünü başka bir dilekle yüceltmeye çalışmak? Sanki onu yeniden canlandırma çabasıyla ona renkli taziye buketi vermek gibi. Mezarlıkların en yeşil yerler olması, ölünün ardından tatlı bir şeyler yenilmesi de hep aynı acziyeti başka bir düzleme çekme çabasının arkeik çırpınışı aslında… Kültürel genler acıyı Freud’un tanımlamaya çalıştığı şekliyle, id’in arkalarına atmaya çalışır hep. Zihinsel kaçışın yol bulma çabası…
Ben de yıldız kayarken dilek tutmaya karar verdim, her doyumsuz ölümlü gibi. Ne de olsa bu çok ender rastlanılacak bir şanstı. Bir tür piyango bileti almak ve ikramiye kazanmak gibi. A’mak-ı hayal. Keyifli ama beyhude bir çırpınma idi benimkisi.
Gözümün önünde aşağı doğru hızla ilerleyen göktaşı veya belki de kuyruklu yıldız yeryüzü ile buseleşene veya gözden yitip, kaybolana kadar dileğimi söylemem gerekiyordu. Bu işin raconu buydu. Yoksa dileğim kabul olmazdı. Ama kısa süreliğine de olsa gözlerimi kapatmalıydım. Diğer bir raconda buydu. Dileğin gözleri kapalı iken tutulması.
Bu ona birden başka bir şey çağrıştırdı saliseler içinde aktı gitti beyninin vadileri başka mecralara. Ta eskilere bir yolculuk yaptı o anda.
Daha yeni çalışmaya başladığı yıllarda sevgilisi gömleğinin üstüne düşen kirpiğini almış ve nazikçe gömleğinin arasından koynuna salıvermişti, tam göğsünün orta yerine. Her kirpik düşüşünde onu al, koynunun arasına bırak ve dilek tut demişti. O günkü dileği sımsıkı aklında duruyordu hala bugün gibi. Olmamıştı çünkü asla.
Düşen bir kirpik, ya da kayan bir yıldız; dileklerimizi ne kadar gerçekleştirebilir ki diyerek hayıflandı. Olsun umut, umuttur. Belki de olur. Belki tutar. Umut iyidir dedi kendine. Pandora’nın kutusu değil açtığım neticede dedi. Küçücük bir istek.
Dileğini söyledi içinden. Yıldız düşene kadar. Zaten iki kelimeydi.
Gözünü açtı tekrar, Hafif gözü bulanıklaşmış halde flu gökyüzünde aradı kayan yıldızı. Daha da parlaklaşmış ve büyümüştü. Üstelik rengi daha da kızıldı. Kan kırmızısı bir ok gibi olmuştu soluk mavi ve yuvarlak gökcismi.
- - - - -
Her şey hızlandı bir anda.
Sağ elindeki su bardağını dudaklarına götürmek istedi heyecanını bastırma çabasıyla. Çünkü gördüğü şey pek bilimsel kriterlerle açıklanacak türden bir vakıaya benzemiyordu. Hem de hiç.
Dilek tutmaya çalışırken gözleri ne kadar uzun süre kapalı kalmıştı acaba? Belki de eski kız arkadaşının gömleğinden içeri bıraktığı kirpik kadar kısa bir lahza değildi yaşadığı. Halbuki ona kalsa sadece saliseler sürmüştü dileğini tutması. Belki de saniyeler. İki kelimeydi zaten hepi topu. Bütün dileği iki kelime. O kadar. Daha ne isteyebilirdi ki Yaradan'dan?
Şimdi gözünün önünde sanki dev bir alev topu vardı. Oturduğu site tarzı apartmanvari yerleşim yerinde; dördüncü bloğun, yedinci katındaki, 19 kapı numaralı dairesinde kirada oturmaktaydı neredeyse üç yıldır. Yerden yaklaşık yirmi belkide yirmibeş metre ya vardı ya yoktu irtifası…
Sonra irkildi ve ürktü. “Acaba”, diye geçirdi içinden. “Acaba, bu son derece sıradışı vakaya onun dışında şahit olan var mıydı site sakinleri arasında?” Sabah namazı vakti çoktan geçmişti. Gerçi o sitede pek dindar birisi olduğunu da düşünmüyordu. Hele sabah namazına kalkacak kadar inançlı birileri yoktur herhalde dedi kendi kendine, gördüğü şeyden dehşete kapılmış bir halde.
Sonra giriş katında oturan ve mutfağı sitenin bahçesine bakan kadın geldi aklına. Ondan hoşlanıyordu. Uzaktan da olsa. Bazen katlanabilir kolçaklı piknik sandalyesini alıp, ağaçlararın altında bir yer bulurdu kendisine, banklarda oturmak yerine. Sessiz ve sakin bir kuytu.
Bazen termosta yapıp, kitabıyla birlikte aşağı indirdiği kahvesini veya çayını yudumlarken, gözü onun mutfağına takılırdı. Oturduğu brandadan yapılma sandalyesinden kısa kızıl küt saçlarını izlerdi belli etmemeye çalışarak. Sürekli hareket halindeydi mutfakta. Bazen ortadaki masada yemek yerken görüyordu onu. Filtresiz birasını soğutulmuş bardağa boşaltıp arada bir yudumlarken hep telefonundaydı gözleri.
Neredeyse hiç dışarı bakmıyordu mutfak masasının beyaz sandalyelerinde otururken. Hiç göz göze gelememişti onunla. Gerçi kendisine doğru baksa, muhtemelen onu izlediği belli olmasın diye gözlerini kitabına çevirecekti anında. Kakülü düşüyordu bazen önüne. Onun saçını toplayışına hayrandı.
Ama hiç konuşamamıştı onunla bunca yıl. Bir kaç kez girişte geçmesi için kapıyı tutmuştu ona. Sadece teşekkür etmiş, yüzüne doğru dürüst bakmamıştı bile, her seferinde.
Arasıra misafirleri oluyordu. Muhtemelen okuldan iş arkadaşları. Onlarla bahçeye bir şeyler içmeye çıkıyordu. Onunda aynı tipte katlanabilen sandalyeleri vardı. Bir tek o zamanlarda gülüşünü duymuştu, yedinci kattan bile güzel bir tını gibi gelmişti ona. Belki de ondan hoşlandığı için öyleydi. Güzel ve naif bir kahkaha.
Acaba o da uyanık mıydı bu saatte? Saat beş bile değildi. Her neyse dedi içinden. Zaten iki kelimelik dileğinin gerçeğe dönüşebilmesi için çok kısa bir zaman geçmişti. Evrenin öte ucunda oturduğunu hayal ettiği tanrıya ulaşması acaba ne kadar sürerdi basit ama zor isteğinin? Belki de hiç gitmiyordu ona bu tip dilekler. Ne de olsa meşgul biriydi tanrı. Yapacak o kadar işi arasında onun kısacık talebi sıraya bile giremiyordu belki de.
Sonra tekrar dehşetle bahçeye baktı. Alev topu tam da bahçenin ortasına düşmüştü… Çimenlerin üstüne… Ağaçların orta yerine. Ama ne gürültü ne patırdı sesi yükseldi çimenlerden. Korkunç bir hızla yere düşen yekpare alev topu bir kaç kez sektikden sonra kayarak hoşlandığı kadının, mutfağının dibine kadar ilerledi ve otuz kırk santim kala duvara vurmadan durdu. Olan biteni görmek için trabzandan biraz ileri doğru sarkıp yedi kat aşağı bakması gerekiyordu.
Tipik site mimarisi nedeniyle tüm balkonlar bina cephesine gömülüydü. Balkon çıkıntısı diye bir tasarım yoktu oradaki hiç bir sitede. O nedenle aşağıyı birazda risk alıp sarktığı için net bir biçimde görebiliyordu.
Üniversitenin astronomi bölümünün -sözde - rasathanesi tahminen yedi sekiz kilometre ötede idi. Acaba onlar da bu göktaşının düşüşüne şahit olmuşlar mıydı? Sonuçta onlarda asistanlara bırakmıştır herhalde rasat işini Pazar sabahı diye düşündü. Herhalde benzer şeyleri her gün defalarca gördükleri için kanıksamışlardır diye geçirdi içinden. Meteor yağmuru değildi sonuçta yaşanan, bilimsel olarak kayda geçmeye bile değmezdi herhalde.
Sonra birden hoşlandığı kızıl küt saçlı kadın geldi aklına. Acaba alev sıçrayıp onun pencere pervazlarına ulaşır mıydı? Yarı kapalı stor perdelerine camın arkasından bir şey olmazdı herhalde dedi sonra kendi kendine, içini rahatlatmak için. Ne de olsa güvenlik için kapalı tutuyordur herhalde camlarını dedi.
Biraz daha eğildi alev topunu görmek için. İtfaiyeye haber vermeliydi. Sonra üç basamaklı numarayı hatırlamaya çalıştı, salonda masanın üstüne bıraktığı telefonu düşünerek. Daha önce hiç itfaiye çağırmamıştı.
“155 miydi?”, dedi içinden. Yok o Polis idi galiba. “118 neydi dedi sonra?” Yoksa hepsini birleştirmişler miydi tek numarada? Hiç acil bir numarayı aramak zorunda kalmamıştı bu yaşa gelmiş olmasına rağmen. Bir kere ambulans çağırması gerekmişti yıllar önce, o zaman bile birileri ondan önce davranıp aramıştı ambulansı.
Tekrar aşağıya odaklanmaya çalıştı rakamları hatırlamaktan vaz geçip. Önce alevin şiddetini görmeliydi. Gerçi bu saatte çimenler ıslaktır dedi, yine kendini ikna etmeye çalışarak.
“Bu mümkün değil!”, dedi, bağırmamak için kendini zor tutarken. Az daha çığlık atacaktı. Alev topu ateş kırmızısından uçuk maviye dönüşmüştü. Mavi bir alev. Giderek feri azalan ve küçülen mavi küçük bir top!
Gerçi yedi kat yukarıdan topun büyüklüğünü tam kestiremiyordu. Yine de en az bir buçuk metre var gibiydi. Adını bile bilmediği kızıl saçlı kadının defalarca baktığı mutfak balkonunun tahminen üç metre olduğu düşünülürse, yassılaşmış ve sönmekte olan bu alev topu ancak en fazla iki metre olabilir dedi.
- - - - -
Yukarıdan gördüğü şey daha da ürkütücü bir hal almaya başlamıştı.
Soluk mavi alev giderek sönükleşti. Aslında bu pek aleve de benzemiyordu. Daha çok tüy gibiydi. Griye çalan mavi tüyler. Belki de alacakaranlık, belki de gece hiç uyumamış olması ve belki de tamamen hayal görüyor olmasından kaynaklı, gözlerini ovuşturdu parmaklarının dış yüzüyle. Çünkü görmekte olduğu şeyin normal olmadığı gün ışığı kadar açıktı.
Ortasında gri bir öbek ver gibiydi tüyümsü alev topunun. Gerçi buna top da denemezdi bu haliyle. Uzun kayıkımsı yayvan bir hal almıştı bu grimsi tüy yumağı.
Sonra sanki biraz kıpırdadı ortadaki gri öbek. Göktaşı soğudu galiba diye geçirdi içinden. Normal haline dönüyor olsa gerek soğudukça. Ne de olsa ısıtılan veya ısınan her madde bir biçimde kimyasal değişime uğruyordu. Ya büyüyor, ya küçülüyor, ya buhar oluyor ya da eriyordu ama genelde de renk değiştiriyordu. Ortaokuldaki fen derslerinden aklında kalan bir kaç şeyden biriside buydu.
Sonra mavilik tamamen yok oldu. Yirmi metre yukarıdan sanki bilimsel bir belgesel izler gibiydim. Birileri projeksiyon cihazını kurup, alacakaranlıkta bana heyecanlı bir bölüm izletiyordu sanki sabahın alacakaranlığında.
Birden saatine bakmak geçti içinden. Bir tür pedometre olarak kullandığı akıllı saatinin aktive olması için bileğini silkelemesi gerekiyordu. Soluk ekranda 05:18 yazıyordu. Ev içinde 234 adım atmış görünüyordu gece 12’den bu yana.
Çok erkendi saat. Ortalıkta bir kaç kuş sesi ve çam ağaçlarının rüzgarda hafif hışırtısı dışında hiç bir şey duyulmuyordu. Ana caddeden de uzaktı onun oturduğu blok.
Yukarıdan tüm bahçeye tekrar baktı. Otuza otuz metre boyutlarında bir kare gibiydi bahçe. Kenarlardaki ağaçlar bir tür duvar görevi görüyordu, bir çeşit sığınak. Serin ve gizli bir bahçe idi aslında burası, Hele yukarıdan bakınca bunu anlamak çok daha kolaydı.
Yaklaşık on beş yıl önce inşaatı biten bu sitenin duvarları etrafına sarmaşık gibi örülmüş bitkiler nedeniyle; doğal, serin ve koyu yeşil bir sur gibi çevrelemişti bahçe bölgesini. Yazın bile serin bir yer oluyordu, kızıl küt saçlı kadının mutfağının önündeki çimler ve ağaç altları.
Geceleri yakılan ağaç dallarına ve gövdelerine tutturulmuş mor ve mavi küçük led lambalar, daha da mistik bir hava veriyordu bahçeye ve henüz alacakaranlık nedeniyle otomatik olarak henüz sönmemişti bu soluk led ışıklar.
Bu kez, daha çok eğilerek tekrar baktım aşağıdaki uzun grimsi göktaşına. Bilim dünyası için belki de büyük bir olaydı bu. Muhtemelen bahçe bugün öğlene doğru televizyon kameraları, muhabirler, kablolar ve spot lambaları ile dolup taşacaktı.
Site sakinleriyle ropörtajlar yapıp, olayı anlatmalarını isteyeceklerdi. Kanallarda site bahçesi özellikle de onun balkonu ve mutfağı defalarca gösterilecekti. En çok da onunla konuşmak isteyecekti televizyon programcıları ve sunucular. Ne de olsa onun evinin yarım metre uzağında soğuyup durmuştu göktaşı.
O da muhtemelen uyuyor olduğu için bu saatte bir şey söyleyemeyecek, mecburen bana uzatacaklardı mikrofunu. Ben de onu konuya dahil ederek, hamfendinin mutfak balkonuna atıfta bulunarak açıklamalarda bulunacaktım. Belki de bu vesileyle onunla daha çok sohbet etme şansım olacaktı. Bir tür milat gibi aslında. G.Ö. ve G.S. Yani uzun haliyle; Göktaşından Önce ve Göktaşından Sonra. Benim miladım da bu olacak belki dedim. Bir tür kırılım noktası.
Bunları hayal ederken, aslında hayallerimde bile zor bir göreceğim bir şeylere tanık olmaya başladı gözlerim.
Bunun gerçek olması mümkün değil dedim içimden. Olamaz. Olmamalı da. Biz hala yeryüzündeyiz.
- - - - -
Griden artık soğuyarak kararmaya başlayan göktaşının üzerindeki kızıl damarları andıran kırçıllıklar belirmeye başladı, tıpkı akciğer alveoları gibi ağaç dallarını andıran kızıllık siyahlaşan taş zemin üzerinde yanardağlardan akan kızıl lav seli gibi duruyordu. Yukarıdan gözlerimle gördüğüm şey bir tür mucize idi .., ta ki cansız duran taş ufalanıncaya kadar … Koca taş un ufak oldu gözümün önünde.
Yorumlar
Yorum Gönder