Ana içeriğe atla

Bilinçli Mermi

Altıncı Öykü

Bilinçli Mermi 


Oldukça sıcak, bunaltıcı ve nemli bir hava vardı. Güneşin tam tepede olmasıyla artan yüksek ısı her şeyi çekilmez hale getirmekte ve kurşuni çelik duvarlar zaten bir tabutu andıran ortamı daha da bungunlaştırmaktaydı. Ben ise bir zamanlar özel bir koleksiyona ait olan ama şimdi bir kanun kaçağının kemersiz düşük belli kumaş pantolonunun arka kısmına gelişigüzel gizlenmiş ve cekette belli belirsiz bir kabarıklık yapan çalıntı ve ruhsatsız dokuz milimetrelik bir Beretta’nın şarjör haznesinde bana tıpatıp benzeyen diğer mermilerle birlikte sıkışmış bir halde, namluya sürülmeyi bekleyen sıradan bir tabanca mermisiyim. Ve önümde benden önce gün yüzünü görecek iki mermi daha var. Emniyet mandalı mahpusluğumuzu tamamen perçinlemiş. Oysa ben, bu sürgünün içerisinde gözleri kapatılmış, ayakları kınnapla sıkıca bağlanmış, sahibinden meş’um bir emir bekleyen, her an avını parçalamaya hazır bir atmaca gibiyim. Çifte su verilmiş çelikler kadar kavi, esnek ve kendinden emin.

Samuel Colt’un 1835 lerde icat ettiği ve aynı yıllarda seri üretimine başladığı klasik kovboy silahı kemik kabzalı altıpatlar Colt revolverden günümüze kadar oldukça değişiklik gösterdi seri atış yapabilen tabancalar. Browningler, Parabellumlar, Alman malı eski dokuz milimlik Lugerler, Magnumlar, müzelik Patersonlar ya da yerel üreticilerin orijinallerinden çalıp tasarladığı el yapımı gümüş kabzalı küçük çanta tipi özel tabancalardan birinin içinde değilim ben. 

Bir zamanlar İtalyan ordusunda her iki dünya savaşında da kullanılan iyi kalite yekpare çelik dökümlü parçalardan oluşan Beretta’ların kalibre, namlu ve yiv sistemine uygun olduğum için bu şarjörün içindeyim: Aslında ben hedefini saliseler içinde parçalamaya hazır bir dokuz milimetreliğim. Oysa uzun zamandır sıkıntı içerisindeyim. Bugün, bu sıkışık ve ince makine yağı kokan çelik dört duvar içerisindeki onuncu günüm. 

Araba kornaları, insan bağrışmaları, motor sesleri arasında metropol kalabalığının yankılandığı caddelerde pespaye bir efendinin belinde; omur hareketleriyle bir sağa bir sola savrulup duruyorum. Bu durumdan diğer arkadaşlarımda pek memnun görünmüyorlar aslında; ama onlarda tıpkı benim gibi uzun süredir sessizleşmiş, dinginleşmişler; metal gövdeleri bitap düşmüş. Bu yorgunluğa rağmen ruhum her an göreve gitmeye hazır; kendimi gideceği yer hep son anda belli olan yedekte bekletilen muvazzaf özel birlikler kadar zinde ve dipdiri hissediyorum. Her ne kadar kısa menzilli kabul edilen bir silahın içinde olsam da; alabildiğince uzaklara gitmek, içimdeki sevk barutunun tetiklenmesiyle birlikte, çekirdeğimi bedenimden fırlatıp atmak; boş kovanımı ise kuru bir yaprak gibi vakur ve mutmain bir şekilde sıcak metal kokuları ve dumanlar içinde yere bırakmak istiyorum. 

Silah fabrikasının döküm tezgahlarından çıkıp mermi kutusuna birer inci kolye gibi dizilişimizin ardından neredeyse üç yıl geçmiş. Av malzemeleri ve bazen de ruhsatsız mermi satan izbe bir dükkanın derme çatma tezgahının altındaki kavak rafların birinde diğer arkadaşlarımla beraber  aylarca bekledikten sonra birdenbire içerisinde bulunduğumuz kutunun üzerindeki tozlar hareketlendi ve kendimi bir kutu dolusu diğer ikiz kardeşlerimle birlikte havada buldum. Baş aşağı duruyorduk ve hepimizin karnındaki barut baş kısmımızda bulunan çekirdeklerimizin dibine toplanmıştı. Dükkan sahibi hararetle ve yüksek sesle bir şeyler anlatırken sürekli bizi elinde sallayıp duruyordu. Tıpkı ceplerindeki bayram harçlıklarıyla köyden ilk kez kasabadaki lunaparka gelmiş ve gördüğü her baş döndürücü, sarsıcı, istifra ettirici; inip çıkan, kendi ekseni etrafında dönen, çarpışan, yerçekimine meydan okuyan türlü türlü araçlara binen ve sonra da harabatiler gibi oraya buraya yalpalayan  yeni yetmeler gibiydik. Sıkıca doldurulmuş barutumuz bile hallaç pamuğu gibi oraya buraya gidip geliyor, merkezkaçla birlikte midemizdeki taba rengi partiküller metal iç çeperlerimize çarpıp duruyorlardı.

 

Bu hengamenin ardından sonunda üstümüz eski bir gazete kağıdıyla hışırtılar içinde sıkıca sarıldı. Zorla attığımız bir kaç perendeden sonra, dükkana göre pekte sıcak olmayan; tütün ve nemli banknot kokan hakî bir ceket cebine tepetaklak fırlatıldık. Şimdi hepimiz alabora olmuş bir filikada ıskarmozlara tutunmaya çalışan ama yanları sürekli küpeştelere çarpıp duran çolak ve biçare gemi kazazedeleri gibiydik. Bu halimize rağmen ben yine de mutluydum ve umutlanmıştım. Çünkü kullanılacaktım; ataletten kurtulup, kuvveden faaliyete geçecektim. 

Birer mermi olarak bizlerin varoluş nedeni, namlunun içindeki yivle birlikte dönerek semazenler gibi, menzile varmaktı. Defalarca dönecek ve saniyeler içerisinde tavafımızı tamamlayacaktık. Kullanım maksadımız bizim irade sınırlarımızın dışına taşıyor; daha ziyade Cebriye ile haşır neşir olanların düşünce eksenine dahil oluyordu. Bizler aslında sadece huruç etmek ve bir şeylerin içine duhul olmak için var edilmiştik. 

Üzerimizdeki miskinliği, derisinden kurtulan bir yılan edasıyla fırlayacak ve çok süratli ama kısa soluklu bir yolculuğun hemen ardından yepyeni bir mekana gömülüp kalacaktık. Namludan çıktıktan sonra saplanacağımız yer belki çam ağacının gövdesi, belki bir kagir duvar, belki de kıpkırmızı bir kas yumağı olacak. Belki de bir insanın ya da hayvanın kaburga kemiklerinden bir kaçını veya sternumu parçalayıp yürek denen en güçlü kas yığının ortasına gömüleceğiz?  Kim bilebilir ki? Nereye saplanırsak saplanalım, bu asla bizim seçimimiz olmayacak. İçine gireceğimiz uzun ve dar namlu, silahın efendisinin parmaklarıyla yön kazanacak ve ‘bam, bam, bam’. Merhaba bir kaç saniyelik, belki de saliselik gökyüzü ve her ne olursan ol beni bağrına bas yeni yuvam.

Efendimizin belinde yapmakta olduğumuz programsız şehir turumuz devam ediyor; kah hızlanıyor, kah yavaşlayıp bekliyoruz; ama belli ki sürekli yürüyen sahibimiz ısrarla bir şeylerin peşinde. Bazen durup insanlarla konuşuyor, ürkekçe bir şeyler soruyor sonra hızlı zikzaklar çiziyor, bazen geri dönüyor, yön değiştiriyor ama bir yerlere ulaşmaya çalışıyor. Bu kesin. Belki de bu kocaman şehirde birini bulması, birilerini görmesi gerekiyor. Bu amaçsızmış gibi görünen ileri geri gidip gelmelerin bir şekilde sonuçlanması lazım. Ham metal kokan bu zindani tabutumuzdan çıkıp kendimize bir hayat bulmamız; ya da paradoksal bir şekilde başkaları için ölümler saçmamız gerekiyor. Bizim işimiz bu; var olmamız yok etmek için. Hele bir de sahibimizin eli titremez, nişangahımıza istenen noktadan alevler saçarak süratle girersek, nihai hedefin en güzelini gerçekleştirmiş oluruz.

Karasızca sağa sola koşuşturan sahibimizin eli bir an silahın üzerinde gezindi. Terli beli üzerindeki silahı ürkekçe ve acemice ceketinin üzerinden el yordamıyla yokladıktan sonra, sanki hayali kınına sabitlemek istercesine ileri geri hareket ettirdi. Zaten silahın üzerinde damlacıklar oluşturan terli vücudu ve dışarıdaki rutubetli hava içinde hapsolduğumuz ortamı fazlasıyla çirkinleştirmiş; üstelik istemeden çıktığımız bu rahatsızlık verici yolculuk bizi allak bullak etmişken şimdi de ileri geri itilip kakılmak daha da yıpratıcı ve usandırıcıydı. Ancak sahibimiz çok yorulmuş ve bu yüzden de birden hareketli halini sakinleştirmeye karar vermiş olmalıydı ki - sonradan bir çay bahçesi olduğunu anladığımız - bir bahçeye oturup kendisine çay söyledi. 

İçinde bulunduğumuz 203 milimetrelik ve 890 gramlık bu silah sahibimizin oturmasıyla birlikte ceketinde potluk yapmış ve ceketin sırt yırtmacının aralanmasına neden olmuştu. Temiz hava ve rüzgar silahın her yerine yapışan ter ve kirden oluşan kekremsi kokuyu bir az olsun alıp götürmüş ve namludan içeri sızan temiz hava kendisine dehlizlerden bir yol bulup, şarjörde kısılı kalan bizlere kadar gelmişti. Hayat devam ediyordu ve bizler görmesek de her haliyle güzel olduğu belli olan bu çiçek, yaprak, tomurcuk çay ve yaş ağaç kabuğu kokan güzel çay bahçesi gülüşleri bizlere kadar gelen masum çocuklara mutlu bir ev sahipliği yapıyordu.  

Seyrekleşen kalp atışları ve dinginleşen göğüs kafesinden sakinleştiğini anladığımız sahibimiz, rehavetle biraz daha masaya abanarak, belini daha çok kırmış ve namlu içinde oluşan ventilasyonla bize ulaşan temiz hava daha da artmıştı. Oluşan bu yeni sert açıyla birlikte, güneşi bile çelik bedenlerimizde hissetmeye başlamıştık. Karartmaya maruz kalmış gövdelerimiz bizi kuşatan ve ikinci bir zırh görevi gören kabzaya rağmen yakînen hissettiğimiz güneşle banyo yapıyordu. Sahibimizin beli kıvrılarak biraz daha masaya doğru meyillenmişti. Kollarını çapraz bir şekilde kavuşturup masanın üzerine iyice eğildiğinde, sırtı tamamen kasnaklaşmış, böylece bizim kapalı cezaevimiz havalandırma sırasına girmiş, alabildiğince yüzünü güneşe dönmüştü.

 

Sahibimizin soluk alış verişi iyiden iyiye derinleşti. Hırçın dalgalı denizden kurtulmuş, mutedil bir iklimde seyreden nazlı bir gulet gibi hafiften sallanıyorduk şimdi. Uyku zamanı. Sessiz derinliğe gömülme, hayal dünyasına gurub etme anı şimdi; sahibimiz açık havada, taze çay kokuları içinde bu çıtalardan derme çatma yapılmış alelade belvederin hayat rengi yeşil gölgesi altında ölümcül bir derin zifiri uykuya dalıp gitmişti. Bizlerde hayat ve ölümün bu kadar iç içe olduğu sarmalın tam dip kısmındaydık karanlıkların esfel-i safilinde. 

Uzun bir aradan sonra içimizi darmadağın eden bu devingenlik durmuştu. Şimdi akan  bir hayata kulak vermenin zamanıydı: Cam bardaklara vuran çay kaşıklarının sesi, sürgün vermiş fışkınları ve yaprakları yalayan serin meltemin yumuşacık tınısı, çocuk kalplerinin atışı, çimenlerde gezinen karıncaların hummalı ayak sesleri, başımızın üzerinden hızla geçen cevval bal arılarının yankılanan vızıltısı. 

Bekle bizi ey hayat; koşarak sana geleceğiz, kasırgalardan daha hızlı, anaforlardan daha kuvvetli, yaşamdan daha çabuk. Çimenlerin altından sesleneceğiz hayata biz; firuzeleri forsa tutup, marsığa kul ettireceğiz biz. Simurgların kanadını kırıp, Kafdağı’nı yerle yeksan edeceğiz biz. Düşlerinizi çalıp, abislere gömeceğiz. Çünkü biz ölümüz. Siz ne kadar aydınlıktaysanız, biz de bir o kadar karanlıktayız. Sevmeseniz de, istemeseniz de bizden kaçsanız da biz hep varız ve hep var olacağız. Çünkü, ebedgahların mihmandarları biziz. Kendilerine zeval olmayan ölümün elçileri. 

Sahibimizin giderek masaya gömülen yüzü, gevşeyen vücudu ve sakinleşen beden ritmi, poyraza gebe tenha koylar gibi çırpıntılı idi. Koşuşan çocukların bağrışmaları, askıcı tepsilerindeki bardakların çıngırtısı, yaprak hışırtıları eski bir ninninin nakaratları gibi bir süre devam etti. Bu adacio melodi yaklaşan iki meraklı çocuğun meraklı gözlerinde presto sedalara dönüşmek üzereydi.

Sessizce gelerek: “Adamın silahını gördün mü? Ne kadar büyük. Simsiyah.” İrileşen gözlerin delici ve merak dolu bakışları, altında gizlendiğimiz kabzayı ısıtıyordu. Diğer çocuğun nutku tutulmuştu. Narin pembe dudaklarının hafif aralığından sızan hızlı soluk alış verişi aslında kalbinin ne kadar ürkerek çarptığını bize söylüyordu. “Hadi gidelim!” dedi çekinerek. “Annemlerin yanına.” 

Bu ürkmüş çocuk diyalogu derin bir uykuya dalan sahibimiz için ninninin detone bir kısmıydı sadece. Çocuklar ayaklarını çimenlere sürterek uzaklaştılar. Efendimizin pejmürde hali çocukları fazlasıyla ürkütmüş olmalıydı. Ama merak bazen hayatın akışını değiştiren bir set, bazen de arklara yeni yönler kazandıran bir oluktur. Çocuklar tekrar geldiler, ama bu kez daha da kalabalıktılar. Küçük kız ve oğlanlar sandalyenin etrafında kümelenmiş, fısıldaşıyorlardı. Tüm çocuk gözlerini ve çarpan küçük kalplerin kırmızı sıcaklığını üzerimde hissediyordum. Arkadaşlarım kendilerini efendilerinin akıntısına bırakmışlar, sadece bu hayat dolu, sakin ortamda dinlenmeye olan hasretlerini gideriyorlardı.

 

Ufaklıklardan birinin eli bize ev sahipliği yapan kabzaya doğru yaklaşmış olmalıydı ki diğerlerinden şaşkınlık sesleri yükseldi. Hem korkuyor hem de merak ediyor olmalıydılar. Fısıltılar hala sahibimizi uyandırmamıştı. Bizler çocuk kalbinin ne kadar da kuşların minicik kalbini andırdığını fark ettik o an. Ürkek ve çekingen; küçük ve narin; güçsüz ve ince. Sanki her an kaçıvermek istercesine pır pır eden bu minik kalpler yeni ve ürkütücü bir şey keşfetmenin şevkini gizleyemiyorlardı. 

Tehlikeli bir yakınlaşmaydı bu aslında. Yeryüzünün mimarı olarak görev yapması beklenen insanın, bu görevin üstesinden gelebilecek olan insanoğlunun tarih içersinde tam bir canavara ve ölüm makinesine dönüşerek, yeryüzünü tarumar etmesi, her tür nebabat ve hayvanatı yeryüzünden silmesi gibi, içinde bulunduğumuz soğuk metal ile küçük bedenlerinm ve parmakların buluşması tam bir cinayet, acımasız bir katliam olabilirdi. 

-”Uzak durun kabzadan çocuklar, lütfen! Bu asla bir oyuncak değil. Sizin plastik vantuzlu ok atan yaylı oyuncak tüfekleriniz gibi masum vuruşlar yapmıyor koltuklara, minderlere veya masa üzerine hedef yapıp dizdiğiniz kitaplara ateş etmek gibi değil asla… Bu alet ölüm için yapılmış, öldürmek için. Lütfen oynayacak, eğlenecek başka bir oyuncak arayın kendinize, ya da anneleriniz yanına gidin, elleriyle yaptıkları kurabiyelerden versinler size. Büyüyün, serpilin ve iyi adamlar ve iyi kadınlar olun. Ama bize lütfen dokunmayın!”

Muhtemelen grubun en haşarısı ve sekiz - dokuz yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim ve işittiğim kadarıyla da isminin de Cengiz olduğunu öğrendiğim velet, gururla fısıldayarak arkadaşlarına şöyle diyordu burnumun dibinde, ılık nefesini bile hissediyordum şarjörün içinde: -”Benim babam polis. Onun da böyle bir tabancası var. Üstelik beni polinom mu ne bir yer var işte onun işyerine yakın, oraya götürdü, bana silahını kullandırdı, babam tuttu elimden ben de ateş ettim karşıdaki adam resmine. Hem de kenarından vurdum adamı!” 

-”Bu gururla anlattığı silah kullanma macerasını umarım bizimle tekrar denemek istemezsin çocuk!”, diye geçirdim içimden, üzüntü ve yorgunluk hissederek barut dolu karnımda bir sızı duyarken.  

Silahın sahibi efendimiz, güneşin etkisi ve galiba biraz önce bitirdiği bol şekerli çayın rehavetiyle de olsa gerek, iyiden iyiye dalmıştı uykuya masaya kollarının üzerine koyduğu kafası iyice yana kaymış, ağzının kenarından hafif bir salya bile gelmeye başlamıştı. Güneşin en yumuşak haliydi, ne gün ortası sıcağı, ne sabahın serinliği. İkindi vaktinin bayıltıcı mahmurluğu parkteki bitkileri, canlıları, betona sırt üstü yatmış olan kirli sokak köpeğini, duvarı mesken tutmuş tekir kediyi, yeşil yaprakları, banklara oturmuş insanları, pembe akşam sefası çiçeklerini bile sarıp sarmalamıştı bu ılıklık. 

Bu dingin ve yumuşak ortam birden küçük Cengiz’in içinde bulunduğumuz silahı hissettirmeden usulca almasıyla hareketlendi. Silahın ağırlığıyla kolu yere düşüp birden bileği dönen ince ve cılız bedenin hareketiyle tüm mermiler birbirimizin sıcaklığını daha çok hissettik ve içimizdeki barut kokusu kahve rayihası gibi tüttü. Potasyum nitrat, odun kömürü tozu ve kükürtün dengeli karışımı nasıl bu kadar güzel kokabilir? Yandaki kafeden gelen Sumatra ve Kolombiya kahvelerinin karışık kokusu kadar güzeldi barut kokusu. 

Ancak bir kıvılcım veya alev ile birleşince, kahve lezzetli bir tat bırakırken dimağlarda bizlere, aynı kıvılcım barut ile harmanlanınca kan ve et kokusuyla birleşerek haşr oluyorduk can evlerinde. Kahve uyandırırken duyuları ve arzuları, biz de tam tersine sonsuz bir uykuya kapı açıyorduk bir daha kapanmamacasına. Kısmi renk benzerliğimiz, ince rafine granüler dokumuz dışında biri can ve enerji veren, diğeri ise can alıp ruh koparan birer tozduk aslında. 

Karınlarımızdaki barut kokusu, kahve kokusuyla harmanlandıktan sonra, zannederim kemik, kas, yumuşak doku ve kandan oluşan bir beden bakır, çinko ve nikelin karışımı metal kapsül ile buluşmak üzeriydi. Acaba kaza kurşunu dediğimiz şeyin aktörü biz mi olacaktık? Umarım kimselerin gözyaşının sebebi biz olmayız bu masum elden çıkan kurşunlar olarak. 

Yaşça küçük olduğu belli olan, ince sesli kız çocuklarından biri çok gizli bir sır verircesine, ağzına kapatarak yarım sesle çığlık attı. -”Annem, çok tehlikeli diyor oyuncak tabancalar için. Sakın ellemeyin demişti. Seni Nurcan Teyzeye söyleyeceğim Cengiz şimdi. Annen de kızsın sana!” Annesine şikayet edilme riski zannederim Cengiz’in adrenalinini arttırdı.  

Hayat bazıları için üzücü derecede kısa, bazıları için ise gereğinden fazla uzun olabiliyor. Kimileri daha fetüs halinde iken, hiç  gün ışığı göremeden yeryüzününe gözlerini yumarken, bazı yaşlılar, dünya savaşlarına, kıtlıklara, göçlere, başkanların ölümlerine, devirlerin kapanıp yeni çağların açılmasına şahitlik edecek kadar uzun yaşayabiliyor. Kimileri ya kaza geçirip ya da apansız ve amansız bir hastalığa kapılıp hayat ile mücadeleyi kaybedip daha ergenliği bile göremeden aramızdan ayrılıp gidebiliyor. 

Cengiz zor bela kaldırdığı silahı yere paralel biçimde tutmayı başardı ince bileklerine rağmen. Küçük kızlar bağrışarak uzaklaştılar ve annelerinin olduğu masaya doğru koşarak uzaklaştılar. Cengiz elindeki kendine nispetle büyük, dünyadaki zulme bakıldığında küçük boyuttaki ölüm makinesinin kendisine ne kadar büyük bir güç sağladığını bu yaşta fark etmiş olmalı ki histerik biçimde gülmeye başladı. -”Kaçın bakalım, korkaklar!” 

Bu küçük çocuğun bilmeden hissettiği bu güç aslında, kendisinden yaşça çok büyük çılgın liderlerin hissettiği kontrolsüz ve tehlikeli gücün belki yüz binde biri bile değildi. Tarih boyunca pek çok çılgın lider, kral, hükümdar ve komutan emri altındaki silah, ordu ve askeri gücün etkisiyle kendilerini katletme, yok etme, öldürme ve toplu cinayetler işlemeye hak sahibi görebiliyordu. Tarih bu çılgınların katliam öyküleri ile şekillenmemiş miydi? Üstelik bu manyaklar bu tür insanlık dışı katliamları bilinçle yapıyorlardı. 

Maalesef kontrolsüz büyük çaplı güç sahibi olmak; hele bir de bu güç dengesiz ruh hastası kişilerin eline geçtiğinde - ister askeri, isterse de parasal güç olsun - insanların tüm etik değerlerini, başkalarının yaşam hakkını, adalet bilincini ve en kötüsü de bunu tanrı adına yaptığını iddia ederek her tür zulmü, öldürmeyi ve yok etmeyi meşrulaştırmamış mıydı? Uzun süredir modern çağ dediğimiz 21. yüzyılda bile sözde seçilmiş çılgın liderlerin, gücü asla devretmek istemeyen diktatörlerin, tanrının gölgesi taklidi yapan insan müsvettelerinin bunu yaptığını bugün bile görüyoruz. 

Tarih anlamsız bir tekerrürden ibaret. Ne üzücüdür ki tarihi yazan ve yazdıranların büyük bir kısmı kendi zulumlerini, katliamları yüceltmenin bir yolunu her daim bulmuşlardır. Ama kendi payıma düşen; karnı barut, uç kısmı sert mermi çekirdiğinden mamul silindirik bir metal parçası olarak, bu katliamlarda hiç bir suçum yok. Bunu kabul etmiyorum. Katil olmayı reddediyorum. Ben sadece bir aracım. Tıpkı eğitimin kendisi gibi. İyi eğitilirsen, yeryüzünü bir cennete evirirsin, kötü eğitilirsen de bir cehenneme döndürürsün. Caydırıcı bir güç olarak birileri korkutup kavga bitirebilen bir mermi olarak görevimi tamamlamak istiyorum. 

Kimsenin ölümüden sorumlu olamam. Sonuçta bir metal parçasıyım ben. Yeryüzünde hakim olan fizik kuralları gereği; Newton’un Haraket Kanunları, Madde 3’e tabiyim. Etki-tepki. Kimse beni itmezse, haraket edemem. Alelade bir demir parçasıyım. İşlenip bu hale beni insanlar getirdiler. Nikel, bakır ve diğer madenleri birleştirip, aerodinami ve ergonomiye uygun olarak bana silindirik bir şekil verip burun kısmımı sivrilttiler. Hep daha hızlı gideyim, daha derine saplanayım, daha hızla yok edebileyim diye. 

Ki ben kendi türümün en masum temsilcisi bile sayılabilirim; büyük abilerim, domdom kurşunlarını, fişekleri, havan toplarını, obüsleri, roketleri, torpidoları, karadan karaya, karadan denize, denizden karaya, havadan havaya, havadan karaya fırlatılan füzeleri,  uzun menzilli balistik füzeleri, en kötüsü de nükleer başlıklı kitle imha silahlarını düşününce, ben bir melek bile sayılmalıyım. 

Ama bu beni masum yapıyor mu? Elbette yapmıyor! Bir caninin, bir katilin, bir manyağın elinde tam bir ölüm habercisi olabiliyorum ben de tek atımlık barutla. En çok bir kişiyi öldürebilirim. Ama benim büyük büyük abilerim binlerce kişiyi yok edebiliyor. Hatta yeryüzünü kapkaranlık bir cehenneme çevirebilecek kadar güçlü olan abilerim var benim bir ülkeyi dizlerinin üstüne bile çökerten. Hiroşima ve Nagazaki de yaşananlar benim üst türevlerinin birer sonucu değil miydi? Ama akıllı bir bomba, insani bir roket, bilinçli bir mermi yok bu hayatta. Efendilerimizin aklı, insancıllığı ve bilinci kadar varız biz. Metal ve barutun karışımından ibaretiz, o kadar.  

Kahramanımız Cengiz de bilinçli bir biçimde daha önce babasının poligonda öğrettiği şekilde emniyet mandalını düşürdü. Çoğu yetişkin için bile zor bir iştir bu mandalı bu kadar rahat boşa almak! Artık her şey olabilirdi. İçinde bulunduğum şarjör ve tabancanın ağırlığı bu narin bileklere fazlasıyla ağır geliyor olmalıydı. Yer çekimine karşı koyabilecek durumda değildi bu bilekler böylesi bir ağırlık için. 

Küçük sağ işaret parmağının nemli ve titreyen boğumunu tetik üzerinde hissettik hepimiz üst üste dizilmiş mermiler olarak. En üstte ben duruyordum. Tetik hareketlendiği anda namludan çıkıp gidecek olan bendim, arpacık şu koca dünyada nereyi işaret ediyorsa, gidip oraya gömülecektim. Nemli parmak boğumu titriyordu, bunu hissedebiliyordum. Yarışa çıkacak sürat koşucusu atletlerin tendonlarında hissettiği gerginliği mekanizmanın içinde biz hissediyorduk. 

Ve parmak gerildi. Çocukların çığlıkları parkı doldurmuştu. Hep bir ağızdan sanki olacakların olmaması için yalvarıyordu minik kalplerin kıpırtıları. 

Bir çocuk kalbinin masumiyetinden daha temiz ne olabilirdi ki? Gerçek bir masumiyet, tam bir temizlik ve saflık. Tetiğe asılırken bile saf ve temizdi onlar. Günahı ve olası sonuçlarını bilmeyen masumiyet. 

Tetik hareketlendi. Mekanizme daha da gerildi, yaylar geri çekildi. Yiv yerini buldu mermi namlunun ağzına verildi. Ben gerçek havaya, aydınlığa çıkacak, bir kaç salise sonra hedeflendiğim yere saplanacaktım. Et, tahta, kemik, beton, metal, kiremit, kalp, cam şişe, plastik sandalye,  akciğer, teneke, böbrek, duvar, omurga, bahçe kapısı, karaciğer, baca, saksı, neresi olursa orayı delip geçecektim. 

Üzgünüm, benim işim bu… Bunun için yaptı insanlar beni. İnsani vasfına da haiz olan insanlar tarafından geliştirldim ve mükemmel hale getirildim, diğer insanları öldürmek için. Ben masum bir mermiyim. Ama bilinç altımda cani değilim, siz insanların tabiriyle; görev adamıyım. 

Tetik sonuna kadar gerildi ve ben daracık namludan geçerek yivden süzülerek dışarı fırladım: Büyük bir gürültü duyuldu!

Bam! 

Tek el silah sesi.

Gökyüzünü sadece üç ya da dört salise görebildim. 

Kendimi sıcak bir ete saplanmış buldum, kas, damar, sinir ve kemiklerin arasından bir yol bile bulamadan, kemikleri parçalayarak dışarı çıktım. Toplam yedi belki de toplam sekiz on salise sürdü tüm yolculuğum. 

Görevim bitmişti. 

Kadınların çığlıkları birbirine girdi. Herkes bağırıp çağırıyordu. Sesler birbirine karıştı. İmdat sesleri, koşuşturmacalar, masa altına saklananlar, çocuklarını çekiştirenler, bina içine kaçanlar. Birbirlerine bağıranlar. Ama en yüksek sesli bağırma ve acı çığlığı da benim efendimden geldi. Silahın asıl sahibinden. Parçalayıp içinden geçtiğim, aralarından sıyrıldığım kırmızı kas kütlesi, çatırdayarak parçalanan kemik parçaları ve doku ve bağ onun vücuduna aitmiş demek ki.

Bir dakika içinde insanlar güruh halinde masadaki adamın etrafına toplandı. Acı içinde kıvranıyordu sahibim. Birini öldürmek için tüm cesaretini ve aymazlığını toplayan bu adam şimdi öldürmek istediği kurbanlarının konumuna düşmüştü. Ava giderken avlanmak sözünü tam olarak yerine getirmiştik. Ben her durumda üzerime düşen görevi yapmıştım. 

Masum kahramanımız küçük Cengiz’in elinden silahı aldılar. Çocuk korku içerisindeydi ve ağlıyordu. Büyük ihtimalle bileği ya incinmiş ya da bileklerindeki bağlar kopmuştu silahın tepmesinin verdiği itmeyle kolu geriye doğru savrulmuştu. Acı içinde kıvranırken annesi daha çok bağırmaya başlamıştı. Diğer çocuklar ise dehşet içerisinde idiler. Tam bir kaos ve karmaşa havası vardı. Ağlama, haykırma, bağırma, çığlıklar birbirine karıştıktan sonra sesler azalmaya başladı. 

Koşuşturmaca ve panik yerine anlama, rahatlama ve çözüm aşamasına geçilmişti. Artık ben de bana ne olduğunu anladım. Her şey saliseler içerisinde olup bitmişti. Bilinçli bir mermi idim artık. Doğru hedefi kazara bulmuştum minik bir masum el sayesinde, tamamen yanlışlıkla…  

Benim içinde bulunduğum silahin sahibi ise yerde kanlar içerisinde yatıyor, acı içinde bağırarak kıvranıyordu. Muhtemelen ben omuriliği tamamen parçalayarak sırttan girip kalbin kenarından geçerek ön göğüs kafesinden çıkmış ve hızım neredeyse tamamen kesilerek masanın demir ayağına çarpmış, orayı biraz içine göçürttükten sonra beton zemine boş bir kovan olarak düşmüştüm. Benim tabutum artık hazırdı. 

Yerde yatan sahibimin son nefesleri boş gövdemin içerisinde yankılandı. Kalp atışlarının azaldığını ben bile duyuyordum. Sessizlik ve ritim duygusunun yokluğu ölüm kapısını aralıyor gibiydi. 

Saliseler süren yolculuğum esnasında sadece omurlardan ikisini parçalamakla kalmadım; aynı zamanda kalbin alt kapakçıklarından birine de zarar verip dışarı çıktım zannederim. Şu anda yerde hareketsiz yatıyordum. Beni başka bir yere çakacak olan sahibimin göz bebeklerini gördüm. Yerde aynı seviyede idik. İki kişi başına geçmiş amatörce kalp masajı yapmaya çalışırken, sahibimin ağzından istemsizce dökülen salyalar betonda küçük bir damla halinde öbeklendi. 

Gözleri kapandı. 

Ben görevimi yapmıştım. Minik sahibimin ince parmakları beni asıl potansiyel suç sahibine ulaştırmıştı. 

Ortada minik bir katil, ölü bir tetikçi, bağıran annelerin üzüntülü sesleri, uzaktan gelen bir ambulans sesi. 

Bu kadar. Görevini tamamlayan içi boş bir mermi kovanı olarak yerden son bir kez daha gökyüzüne baktım:

Güneş pırıl pırıldı. 

      

 


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Masal

Masal ... Neden olsun isteriz, Masallardaki aşklar gerçek? Mutlu gülüşler sonsuz, Birliktelikler, sorunsuz? ... Niye çok isteriz hep? O da beni - benim kadar, Ve hatta benden de çok... Daha da çok sevsin diye? ... Nedir karşılıksız aşkları; Bu kadar değerli ve unutulmaz, Kavuşulan aşkları ise sıradan yapan? Nedir aşkı, maşuktan bile kopartan? ... Niye bekleriz hep, tutkuyla sevip de, Karşılık bulamadığımız aşklar; Önümüzde serpilip büyüsün diye, Bilerek ve beyhude bir çırpınış ile? ... Neden çok sevilen anlamaz, Sevildiğini ve değer verildiğini? Bu güzel masalın her harfinin Bizzat kendisi için; yazılıp, çizildiğini?  ... Neden küçümsenir ki sevenin sevgisi? Niye görülmez bülbüle yâr olan gül bahçesi? Niçin hep bir inat, hep bir tafra yüceltir, Ve daha değerli kılar, yarım bırakılan sevgiyi? ... Karşılık almadan sevebilmek, Ne kadar da ilahi ve yücedir, halbuki... Kim, neden heba eder ki aşığının sevgisini? Ve rehberi yapar boş yere kendi ümitsizliğini? ... Sen de biliy...

HAYATINIZI DÜZENE SOKACAK 20 ALIŞKANLIK

Hayatınızı Düzene Sokacak 20 Alışkanlık Öncelikle herkese güzel bir hafta sonu dileklerimle. Umarım hayatınızın akışını arada bir durup sorguluyorsunuz. Yanlış anlaşılmasın sakın. Felsefi ve ontolojik bir var oluşçuluk ve bütüncül bir yaşam kaygısını sorgulamacı bir tutum ile irdelemek değil niyetim asla.  Bugüne hafif gibi görünen ama yaşam kalitemizi engelleyen, başarıya ve hedeflediğimiz amaca giden yolda bizi sekteye uğratan bir takım olumsuz davranışlarımızı ve nispeten kötü alışkanlıklarınızı azaltmaya yönelik bir takım önerilerim olacak.  Düzenli takip ettiğim bir kaç yabancı motivasyon ve kişisel gelişim hesabı var. Daga çok Amerikalıların bakış açısı ve dünya görüşü ile şekillenmiş tavsiyeler bunlar. Ben buradaki önerileri biraz bizim ülke ve insanımız bağlamına uyarlamaya çalıştım.   Hepsinin de değerli öneriler olduğunu düşünüyorum.  Küçük adımlarla giderek, hepsini değil belki ama dört beş tanesini bile uygulama geçirmek oldukça olumlu de...

Kendinizi Aşmanın 33 Yolu

Kendini Aşmanın 33 Yolu (İlk 15 Adım!)  Hemen hepimiz kendimize dair bir takım serzeniş ve şikayetler içerisinde oluyoruz. Az veya çok... İstemsizce veya üstüne basa basa şikayet ediyoruz.  Bazı şikayetlerimiz fiziksel şartlarımız ile ilgili. Kimimiz boyundan memnun değil, kimimiz kilosundan. Kimimizin beli kalın, bazılarımızın kırışıklıkları çok.  Kimimiz göz rengini lens kullanarak, kimimiz de fazla kilolarından sert diyet yaparak kurtulabiliyor.  Kimimiz ticari zekasının azlığından şikayetçi; kimimiz ise sinirlerini kontrol edemeyerek çevresini kırıp dökmekten. Bazılarımız ise tam bir toksik canavara dönüşmüş durumda, travmalarının acısını bi-haber olan yakın çevresinden çıkartıyor... Kimimiz bazen bir duygu süpürgesi,  kimimiz kalp buldozeri, kimimiz de ilişki mengenesi...  Ama her şey bir yana, hayat devam ediyor. Stoacı bakış açısını benimsemiş bir fani olarak, kendimizi sevmemiz, kendimizi iyi tanımamız ve içimizdeki o potansiyeli uyandır...