Ana içeriğe atla

Bir Bardak Soğuk Su

Birinci Kitap 

Tesadüf Öyküleri 

Beşinci Öykü


Bir Bardak Soğuk Su 

Nam-ı değer, “Ahmet Ağa” her zamanki gibi, geniş kerestehanesinin ana yola bakan köşesinde ufak bir alana sıkıştırılmış kulübevari bürosunda oldukça yorucu geçen günün ardından o günkü hesapları düzenlemekle meşguldü. Ahmet Ağanın önünde eski, metalik gri-yeşil karışımı galvaniz, kenarları oluklu alüminyum şeritle çevrelenmiş viran bir masa; onun üstünde masanın boyutlarına göre kesilmiş ama pekte iyi oturmamış, köşeleri elmasla tıraşlanıp, yuvarlaklaştırılmış dört milimlik soluk turkuvaz yeşili ağır bir yekpare cam; camın altında küçük kızı ve oğlunun ilkokul kaydı için çekilmiş siyah beyaz kırık vesikalıkları ve onların çevresinde rasgele serpiştirilmiş ve bazıları da üst üste binmiş faturalar, makbuzlar, sararmış irili ufaklı kartvizitler, üzerlerinde küçük notların bulunduğu yırtılmış defter ve ajanda parçacıkları; altında ise en az on beş yıllık sabit dört metal ayaklı, poliüretan kolçaklı, kumaş döşemesi yer yer yırtılmış, alçak bir döner koltuk vardı. Sırtında, kendisine göre sağ cenahta, Maraş yapımı çift kilitli, kollu bir çelik kasa bulunuyordu. Onun da diğer büro malzemelerinden pek farkı yoktu; bazı kısımlarının metal boyaları pullanmış, kalkmıştı. 

 

Polis kayıtlarında hiç bir şey ifade edemeyecek haldeki çatlamış ve nasırlı parmak uçları, Facit marka kuru kemik rengi analog hesap makinesinin - daha çok eski Remington’ların tuşlarını andıran - yuvarlak gömük siyah butonları üzerinde inip kalkıyor, arada bir de ileri geri döndürülüp duran sağdaki küçük nikelajlı metal koldan çevirme sesleri geliyordu. Ahmet Ağanın grimsi-yeşilimsi kısık gözleri, kenarları iyice yıpranmış hesap kayıt defterinin sayfaları ile makine arasında gidip geliyordu. Kirpikleri nadiren kırpışıyor, ara sıra çıkramsı kaşları çatılıyor ya da yumuşaklaşıyordu. Çatlak camları siyah ve kahverengi boynuz gömlek düğmeleriyle iplerle ve de pervazları eski koyu sarı macunlarla tutturulmuş ahşap pencereye doğru boynunu uzatarak, dışarıya bağırdı:

 

“Kemal! Kaç tane beşe onluk bıçtık bugün?” Soru cümlesi pencereden süzülüp, atölye kalfası Kemal’in kulağına ulaştı. Kemal Kalfa, yontula yontula güdükleşmiş sert 2H kurşun uçlu Faber-Castell kalemi kulağının arkasına kıstırdı; sonra elini üzeri talaş ve odun kıymıklarına bulanmış mavi tulumunun yan cebine elini daldırdı, çıkarttığı sarı tebeşirle, beşe-onlukların sol üst köşelerine birer çapraz çizgi attı. 

 

Bir süre sonra, “Yirmi sekiz tane!” dedi sesini duyurmaya çalışarak. Ustasını tanıyan kalfa ikinci soruya müsaade etmeden: “On altı tanede beşe-beşlik var! Bugün hiç süpürgelik biçmedik. Zaten artık hızarı da yağlamamız lazım. Biraz gres yağı, birazda 12 numara makine yağı lazım. Duydun mu usta?”

 

Facit’ten yine sesler geldi. Kol bir kaç kere daha döndü. Turuncuya çalan sarı renkli ve mavi kapaklı basit tükenmez kalemi ile notlar almak için deftere uzandı. Bilyede biriken mürekkep çirkin amorf damlacıklar bıraktı. Sonra çekmeceye elin uzatmak için hafif eğilince kulunçları kendilerini hissettirdi. “Yoruyor artık. Hele ramazanda çekilmez oluyor”, diye geçirdi aklından. Hesap kitap işi artık kendisini fevkalâde yoruyordu. Kavak, kayın ve ara sıra mezattan kapatabildiği cevizin metresinin yanına varılmaz olmuştu. Kutru düşük tomruklar para etmiyor, ormancılar da artık daha genç ağaçları kesiyorlardı. Pratik geçmeli çelik konstrüksiyon örümcek iskeleler çıkalı beri sıvacı ustaları, müteahhitler, inşaatçılarda eskisi gibi uğramaz olmuşlardı. Mobilyacılar masif ev eşyaları yerine daha ucuz kaplama ve sunta malzemeler kullanıyorlardı. Pimapenciler ise işlerini büsbütün bozmuşlardı. “Ne nalet bir şey bu plastik işi” dedi kendi kendine kızarak, bir de üstüne oruçlu olduğunu unutup, sunturlu bir küfür ekleyip. 

 

Derme çatma kulübeden bozma makam odasının asla yağ yüzü görmemiş kapı menteşeleri gıcırdadı. “Usta ben çıkıyorum. İftara az kaldı. Sen de kapat istersen. Bugün top yediye beş kala atılacak. Kırk dakka kalmış.”

 

“Tamam Kemal’im. Pazartesi görüşürüz. Hadi Allah kabul etsin.” Kemal bu temenniye mukabelede bulunmadı. Ahmet Ağa başını kaldırdı. Kemal bir eli cebinde bir eli de pervaza dayalı durmuş bakıyordu. Emektar kalfanın gölgesi hesap makinesinin yanında duran sumen takımının metal kaide üzerine oturtulmuş delgeçle sonradan üzerine yuvalar açılmış maarif takviminin üstüne düşüyordu. Bugün Cumartesi idi: Haftalık günü. Koltuk sert gıcırtılı bir metal sesi çıkararak ekseni etrafında 180 derece döndü. İki tok kilit sesinin ardından, kasaya eline daldıran Ahmet Ağa sabahtan hazırladığı ve iki eczane lastiğiyle dört bir tarafından tutturduğu banknotları ikinci raftan alıp, kalfasına uzattı. “Buyur! Güle güle harcamak nasip olsun!” Yılların güveniyle kalfa paraları hiç saymadan katladı, cebine koydu, başıyla hafifçe selam vererek çıktı. 

 

Kendi kendine: “Bende kapatsam iyi olacak. Üstelik daha pideciden ısmarlattığımız yumurtalı ramazan pideleri alınacak. İnşallah susamdan ve çörek otundan çalmamıştır bizim fırıncı. Şimdi pideci Cemal’in önü kalabalıktır. İnşallah çok beklemem” diyerek hazırlanmaya başladı. 

 

Tekrar çelik kasaya döndü. Kasayı kapamayı unutmuş olmasına şaşırdı. Alt raftan lüzumsuz zarfların arkasına gizlediği ve başka bir çelik kutucuğun içine koyduğu paraları almak için uzandı. Bu çelik kutunun anahtarı kasanın ikinci rafında sol dipte duruyordu. Kilidi açtı, pazartesi yapması gereken üç aylık toplu ödeme için ancak denkleştirdiği 17.500 markı bankadan gelen antetli ve adresli; üstüne notlar alınmış pencereli bir zarfın içine koydu, zarfı da katlayıp ceketinin sol iç cebine yerleştirip onun da düğmesini ilikledi. 

 

 Önce kasayı, daha sonra da çekmeceyi kilitledi. Çıkarken ceketinin dışından eliyle sol iç cebini yokladı, şişkinliği hissetti. Elini pantolonunun yan sağ cebine daldırdı. Orada da yaklaşık yirmi milyon lirası vardı. Paraları ayrı yerlere yerleştirmesini kendisine sıkça öğütler veren rahmetli pederinden  yıllar önce öğrenmişti; İstanbul’da cepçilere çarptırdığı paralarının üstüne yediği okkalı azardan sonra. Pazartesinin hesapları tamamdı. Tam üç aylık birikmiş toplu geri ödeme. Bu Alaman markları metrelerce kereste demekti; aylardır toptancı kerestehanelere ve diğer esnafa olan banka, çek ve nakit borçlarının tamamı bu miktarla kapatılacaktı. Ahşap iğreti duran kapının asma kilidini çevirdi. Türk parasının bir kısmı eve, - aslında  çok daha büyük bir kısmı - mahallenin bakkalına verilecek aylık mutat borçtu. 

Artık Ahmet Ağa eskisi gibi bu işten büyük paralar kazanamıyordu. Yedi sekiz işçi çalıştırdığı günlerden bir tek Kemal kalfaya düşmüştü. Ağalık sadece sabık bir lakaptı; o kadar. Ne geçmişteki forsu ne de işleri çekip çevirecek gücü kalmıştı. Eve hep yorgun argın dönüyordu. Bu aralar hem oruç, hem dükkan, hem de hesaplar onu çok yoruyordu. Hele bugün iyice bitirmişti onu. Yaşı da neredeyse atmışa merdiven dayamıştı. İşleri devralacak kimse yoktu. Birden aklına Onur geldi. “Allah bilir şimdi nerde sürtüyordur kerata. Paraya sıkışmasa kerestehanenin yerini bile unutacak, herif!” Söylenerek iş yerinden çıktı. 

 

“Hayta oğlum benim, haytalar haytası. Tuttuk, dedesinin ismini koymak varken ‘Onur’ dedik. Gururlanalım dedik, deyyusun bizi hatırladığı bile yok. Askerlik bitti, ünüversite sınavları hava cıva; dersanelere, hocalara yedirdiğimiz parayla iş kurardık sıpaya. Ama bizim oğlan mesaisini kahvelerde ‘fayans’ dizerek değerlendiriyor. Adam olmaz bundan, anası bu kadar yüz vermeyecekti bu dürzüye. Orucumu bozduracak bana, tövbe yarabbim ya rasulallah.” 

 

Kafasındaki düşüncelerle  zihni dağılmış bir halde ilerledi, asfalt ana yolu geçti. Oruca yoğunlaşmalı, günün yorgunluğundan kurtulmalı, beynindeki materyalist, paragöz ve dünyacı kısımdan uzaklaşmalıydı. Ramazanın feyzini hissetmeliydi. Asfalttan yükselen sıcaklık ve buhar, Ahmet Ağanın yılların gediklisi kösele ayakkabıları ile birleşiyordu. Tabanlarına beş kez pençe vurulmasına karşın sayası sadece biraz eskimiş olan emektarlarını bile değiştiremiyordu. Askerden kalma alışkanlıkla ayakkabı boyalarını hiç eksik etmez, her sabah çıkmadan onları muhakkak parlatır, yola öyle koyulurdu. Parke taşlı kestirme yoldan merkeze çıktı. Asfalt ve tozlu kaldırım kokusu, yerini susamlı, tahinli, yumurtalı, haşhaşlı pide kokularına bıraktı. İftar yaklaşıyor olmalıydı. Pideciye gelmişti hiç fark etmeden. Pek çok diğer sipariş gibi onunda pideleri hazırlanmış, gazete kağıdına sarılmış sıcak taş fırının yüksek koyu yeşilimsi mozaik tezgahında onu bekliyorlardı. Fırıncı Cemal ile muhabbet edilmeyecek kadar kalabalıktı içerisi; o nedenle sadece parayı ödedi, selamlaştı ve pideleri koltuk altına sıkıştırıp dışarı çıktı. Pidelerin sıcaklığı ceketinin kollarından bile geçip, derisini  yakıyordu. Hemen eve ulaşmalıydı. İftara sadece sekiz on dakika kalmıştı. 

 

“Hoş geldin bey! Pidelerde pek sıcakmış” dedi ellerini uzatarak eşi; “Selâmın Aleyküm!”. Ahmet bey başka bir şey söylemeden içeri girdi, elini yüzünü yıkayıp, mutfağa geçti. “Onur beyler teşrif buyurmadılar mı?” Naşide Hanım’ın yüzü buruştu, titrek bir sesle: “Bugün halasında iftar edecekler, sonrada Tarık’la beraber kalacaklarmış. Onur bugün gelmiyecek yani…”

 

“Orda mı kalacak bugün?” 

“Enişte bey onları iftardan sonra teravih namazına götürecekmiş; merkez camine, sahurda da orda olacakmış. Beklemeyin dedi telefonda.”

 

Biraz şaşırmakla birlikte, Ahmet Ağa hiç bir sözsel mukabelede bulunmadı. Atılan topla birlikte istemsizce göz kapakları kırpıştı, aynı anda mahallenin davudî sesli müezzini akşam ezanını okumaya başladı. Dudaklarında bir kaç kısa sözcük, muhtemelen bir dua mırıltısı oluştu. Ceketinin cebinden çıkardığı zarfı salondaki büyük yemek masasının üzerine koydu. Pantolonun cebinden çıkardığı paraları ise hanımına vermek üzere zarfın yanına iliştirdi. Bugün gelen giden olmayacağına göre orada - evin kuytu yerinde - durmalarının hiç bir sakıncası yoktu. Belki teravih namazını kıldıktan sonra yatak odasındaki gardırobun alt çekmecesinin arka tarafına yerleştirse miydi acaba? Üç burmalıların olduğu yere? “Hanımı kızdırmayalım şimdi”, dedi içinden. “Burada gayet güvendeler.” Elini yüzünü yıkamak için lavaboya yöneldi. 

 

“Bey, hadi yemekler soğuyor. İftarı açalım!” Havluyla yüzünü kurularken aynadaki aksine baktı. Yorulmuştu. Yüzüne çarpan binlerce su zerresi bile cildini, gözbebeklerini canlandırmaya yetmemişti. “Acaba bugün teraviye gitmesem mi? Hiç aksatmadım şu ana kadar gerçi. Boş ver Ahmet Ağa camideki itibarı hiç zedeleme! Yarın teravide Hasan beyler ve cami azasının sorgusundan iflahın kesilir alimallah! Onların diline düşmemekte fayda var!”

 

Oturma odasının orta yerinde eski bir pamuklu kumaştan yapılma verevine kahve çizgileri olan bir sofra bezi, üzerinde hem tarihi hem de manevi değeri olan mübadele zamanı babasının ta Bulgaristan’dan yanında getirdiği kestane ağacından oyulma yekpare oval bir sofra altlığı, onun üstünde de evlilikleri sırasında köyde çeyiz olarak kendilerine halazadelerinden hediye edilmiş işlemeli pirinç sini. İftarların gediklisi; porselen kaselerde tarhana çorbası, derin çanaklarda hoşaf, melemen çay altlığına konulmuş bir tutam tuz. Küçük çinko tabakta iftariyelik kuru hurma taneleri; hem de en pahalısı olan badem dolgulu kehribar renkli Medine hurması. Ahmet Ağa ve eşi içlerinden dua ettiler; önce evin reisi sağ işaret parmağının ucunu tuza bandırdı, parmağını ağzına götürdü. Dilinin ucuyla tuz taneciklerine dokundu. Sonra da bir tane hurma yedi. Naşide Hanım sıcaklığını muhafaza etmesi için eski çatkılı bir sofra bezine sarmış olduğu pidelerden birini çıkarttı ve eliyle böldü. İncecik, yalın bir ekmek buharı yükseldi, söndürülen bir mumun çıkardığı isten çok daha ince ve uçucu bu buhar havada kayboldu.  Sonra adetleri olduğu üzere birbirlerine; “Allah kabul etsin!” dediler ve iftar yemeğine başladılar. 

 

İnsicamlı çatal ve kaşık seslerini Ahmet bey bozdu: “Eski tat kalmadı be. Biteviye yoruldum bugün. Tomruklar geldi, öğleye doğru. Kimsecikler yok. Kemal ile uğraş babam uğraş.” Naşide Hanım pek ses etmedi. Artık son aylardaki bu serzenişleri kanıksamıştı. İki kişilik iftar yemeği bu minval üzere devam etti ve Ahmet Ağa şükrederek ayağa kalktı. Akşam namazını kılmak üzere salondaki kanepelerin birinin üzerindeki yerini iyice bellemiş olan Çin ipeği seccadesini aldı. Kıbleye yöneldi. Farza müteakip iki rekatlık sünnet namazını da eda ettikten sonra, cebinden çıkardığı gümüş kakmalı Oltu taşından hakiki Erzurum işi otuz üçlük tespihini çekti. İmame, çift kat misinadan mamul sicim etrafında üç tur attı. Duasını yaptı ve ayaklandı. Gözü tekrar masanın üzerindeki şişkin zarfa ilişti. Paralar sakin ve sessiz; mazruf halde bekleşmede idi. Güzel bir çay kokusu salona ulaştı. Ahmet Ağa tekrar oturma odasına geçti. Çayı her zamanki yerinde; koltuğunun bitişiğindeki geçmeli üçlü zigon takımının üzerindeydi. 

İki bardak çayın ardından mutfakta bulaşıkları yıkamakla meşgul olan eşine seslendi: “Hanım ben yavaştan kaçıyorum. Önce kıraathaneye, sonrada teraviye gidiyorum. Hadi görüşürüz.” Tipik bir Osmanlı hanımı edasıyla yetişmiş olan Naşide Hanım ellerini kurulayarak eşini yıllardır hiç aksatmadığı üzere kapıya kadar çıktı. Eşine keratayı uzattı, onun ayakkabılarını giyip dışarı çıkmasını bekledi. “Kahvede çok durma, üstüne başına sigara kokusu siniyor. Sonrada bütün ev sigara kokuyor.” Bu temenniler - ya da uyarılar - aslında Ahmet Ağa için pek bir şey ifade etmiyordu. Yıllardır müdavimi olduğu kahvehaneler onun hayatının vazgeçilmez bir parçası olmuşlardı. Pek oyun oynamaz, ama arada bir iskambile dördüncü olur –o da sadece ısrar üzerine. Yine de hep oynayanları takip eder, ara sıra kenardan müdahil olmayı ihmal de etmez. Bazen sadece sessizce kağıt oynayanları seyredip sigarasını tellendirir, bazen de -gönlünü gani hissettiğinde - tüm masa efradına çay veya kahve ısmarlar. Ama Ahmet Ağa yılların bu alışkanlığından bir türlü kendini azat edememektedir. Kapıdaki eşine: “Tamam Hanım, teraviden sonra görüşürüz” dedi ve çıktı.

 

Saat yaklaşık yarımda Ahmet Ağa ağır bir tütün kokusuna boca edilmiş kıyafetleri üzerinde olduğu halde birinci kattaki kadim evlerinin kapısına dayandı. Bu mübarek ayda hanımla kavga etmenin hiç alemi yoktu. Sessizce kapı anahtarını çevirdi. İçerisi karanlıktı. Ortama alışık ayakları karanlığın içinden geçerek hiç bir yere çarpmadan onu salonun ortasına kadar getirdi. Çizgili pazen pijamaları kanepenin üzerine konulmuştu. Buraya konulmuş pijamalar aslında ikisinin eylemsel jargonunda ‘hanımı hiç rahatsız etmeden ve kahvehane konusunda tartışmadan yatmak’ anlamına geliyordu. Sadece onlara özel gizli ama yıllarla birlikte oturmuş bir anlaşma biçimiydi bu. Ceketini çıkartırken kulunçlarını tekrar hissetti. Ahmet Bey karanlıkta yavaş ve yorgun bir halde ve sessizce üzerini değiştirdi. Mutfak balkonunun aralık kapısından sızan ışık ona kılavuzluk ediyordu. Herhalde yemek kokusu çıksın diye eşi kapıyı aralık bırakmıştı. Hiç bir şeye dokunup ses çıkartmak istemiyordu. Yılların koca ağasının gecenin bu vaktinde eşinden azar işitmesi pek hoş olmazdı. “En iyisi sessizce yatağa girip kenara ilişmek. Çokta susadım ama şimdi muslukları açıp borulara hava yaptırıp ortamı takırdatmayalım, hiç çıngar çıkartmayalım gecenin köründe. Kahvedekilerde bir türlü bırakmadılar yakamı. O kadar da yorgunum dedim. Alem adam bizim bu kahve takımı.” Gözü kapısı ardına kadar açık küçük odaya takıldı. Onur hala gelmemişti. 

 

Usulca başını kırlentin üzerine koydu, çift yüzlü ekose pikenin altına süzüldü. Eşi biraz rahatsız olmuştu ama bu vakitler onun derin uyku zamanıydı. Komodinin üzerinde duran uzak doğu malı işportadan alınma eski çalar saatin tik tak sesleri odada duyulan yegane selendi. Loş ışıkta yakamozlanan saat camının içine; zemine süs olarak yerleştirilmiş civcivlerini etrafına toplamış anaç tavuğun ritmik baş sallaması ve solgun turkuvaz fosfor tanecikleri güçlükle seçilebiliyorlardı. Bir an kendi hayatını saatin içinde yıllarca kafa sallayan çilli anaç tavuğa benzetti. Hep aynı monoton hayat; mütemadiyen gidip geldiği kerestehanesi, sürekli para biriktirme çabası, uğraşıp didinmesi, evliliği, çocukları, hep beraber oturduğu kahvehane yarenleri, akıp giden bir hayat, geçip giden yıllar. Saniyeleri gösteren bu mekanik tavuğun baş sallayıp yılları eskitmesinden pekte farklı olmayan bir ömrü eskitmede başarılı olmuştu. Artık bitkin, artık yorgun bir adamdı. Canı  şimdi buz gibi bir bardak soğuk su çekiyordu ama artık yatağa girmişti ve uyumalıydı. Eşi sahura kaldırdığında uykusunu biraz olsun kandırmış olmalıydı. Bu düşünceler içerisinde tatlı yorgun bir uykuya daldı gitti.   

 

Susuzluk kemiriyordu beynini. Uyumuş muydu? Yoksa dalıp gitmek istediği halde hiç uyuyamamış mıydı? Sağ tarafına baktı. Naşide Hanım hala derin uykuda görünüyordu. Kolunu pikenin altından çıkardı. Tül perdeden sızan ışık eşinin arada bir uğraştığı gergefin üstünde asabi duran gül kurusu kadifeye altın simlerle işlenmiş lotus çiçeklerinin üzerine düştü, parıldadı. Yinede gözleri kadranı iyice sararmış kol saatinin akrep ve yelkovanını denkleştiremedi bir türlü. Komodinin üzerindeki masa saatinin tik tak sesleri odada yine belirgin bir biçimde duyulmaya başladı. 

 

Kulakları ve gözleri ortama alışamıyordu. Saate baktı, pek seçilemiyordu vakit. Gözbebekleri henüz alacakaranlığa uyum gösterememişti. Sonra masa saatini sağa sola çevirdi. Yorgun ve yaşlı gözleri - birazda kahvehanenin zifiri sigara dumanının etkisiyle – rakamları pek seçemiyordu. Günlerdir baş ucundaki seyrek gözenekli abajurun içersindeki patlamış küçük yirmi beşlik ampulü değiştirmeye elide varmamıştı. Loş ışıkta hayal meyal görebildiği kadarıyla saat iki buçuk gibiydi. Daha yatalı iki saat olmuştu. Kulunçları onu iyice yapağı yatağa perçinledi. Sahura daha çok vardı. Dızmana ve kara üzüm hoşafından oluşan özgün sahur mönüsünü hazırlamak için acaba eşi ne zaman faaliyete başlayacaktı? O uyanınca belki ondan bir bardak su isteyebilirdi. 

 

Yorgunluk, kulunç, kahvehanede çok kalması sonucu eşine karşı duyduğu çocuksu mahcubiyet, havaleli işlerin art arda yığılması, yine geç yatması gibi nedenler bir araya gelip onu iyice yatağa gömdü. Tekrar yorgunluğun sessizliğine gömüldü. Yapağı ile pekleştirilmiş kaz tüyü yastık seyrelmiş saçlı kafasının ağırlığıyla yassıldı. Göz kapakları tekrar kapandı. Belli belirsiz bir dalgınlıkla masa saatini eski yerine usulca bıraktı. Kolu ataletle kenara düştü. Yüz kasları gevşedi, omurları esnedi. Parmak araları yavaşça kapandı, nahifleşen boyun kasları başının hafifçe yana eğilmesine mani olamadı. Karanlık perdesi gözbebeklerinin üzerine bir yağmur bulutu gibi çöreklendi. Sanki derin bir sanduka içersine konulmuş; üzerine de kara yazma yemeniler örtülmüş mutmain bir eren haletiruhiyesi ile uykunun derinliklerine daldı. Zihni sadece mutlu bir düşe hazırdı. 

 

Göz kapakları mutfaktan gelen cılız ışığa ve tıkırtılara aralandı. Hala kirpiklerinde günlerin ağırlığı vardı ve yatak odasında yine koyu bir karanlık baskındı. Göz kapakları kısık, dudakları kıraç, sırtı yatağa teslim ve biteviye dermansızdı. Doğrulacak; hatta işaret parmağını kımıldatamayacak kadar yorgundu. Göz ucuyla sağa baktı. Eşi yine uykudaydı. Kapı aralığından mutfakta fersiz bir ışığın oynaştığını görüyordu. Belki de bu tatlı bir rüya, akılda hoş bir lezzet bırakan bir hayal kırıntısıydı. Gözleri yarı baygın, halinden memnun bir halde yatağının içersinde boylu boyunca uzanmış, ayak bileklerinde yumuşacık bir gevşeklik, sırtında muğlak bir bungunluk. İçeriden gelen solgun şavk yine hareketlendi. Işıklar saçan melaike sanki gizlice odaya dolmuş, kıpırdanıyor, oraya buraya bir inip bir kalkıyordu. Yoksa bugün Kadir Gecesi miydi? Işık arada bir tavana, duvarlara vuruyor, sürekli hareket ediyordu. Yorgunluk ve bitkinlik zihnini, hislerini, düşüncelerini örselemiş; güçlükle aralayabildiği göz kapakları birbirlerine iyice kenetleniyordu. “Melekler olmalı; uçuşuyorlar. Her yerdeler. Ne güzel bir düş. Allah’ım bu tembel ve aciz kulunu affet. Mağfiretini bu kutsal gecede esirgeme üzerimizden.” Sadece beyninde dolaşan bu temenniler, bir türlü yorgun ve susuz dudaklarına inemedi. Gözleri iyice kapandı.

 

Işık. Nur. Solgun şavk hala odada hareket halindeydi. Ahmet Ağa tekrar susuzluğunu hissetti. Elini güçlükle dudaklarına kavuşturdu. Çatlamış ve kuruydular. Ölü yapraklar kadar kuru, sonbahar kadar yorgun. Tenasüh müydü bu yaşadığı yoksa sadece bitaplığı mı? Işık bir ara göz kapaklarının üzerinde dolaştı. Sanki melekler elleriyle yüzüne dokunuyor, onu kutsuyorlardı. Mutlu bir gülümseme oluştu dudaklarında, dingin ve mecalsiz bedeni sanki bu ışıkla fazlalıklarından arınıyor, paklanıyordu. Susuzluk çekmesi normal miydi acaba? Gırtlağında bir yanma. Dudaklarında hala o meş’um kuruluk. Yoksa sahura kalkamamışlardı da sabah mı oluyordu? Yoksa bu göz kapaklarında gezinen kızıl tanın ilk şuası mıydı? 

 

Yine kapandı gözleri. Sanki yıllar geçiyordu her göz açışında. Oysa belki de geride kalan sadece saniyelerdi. Yatak odasının kapısından yine hareketli ışığı fark etti. Acaba Onur gelmiş miydi? Eşi yine sağında derin uykudaydı. Derinden gelen uzun soluklu nefes alışverişini duydu. Işık kayboldu. Sanki melekler evi tavaf ediyor; duvarlara, tavanlara, odaların her birine sırayla girip çıkıyorlardı. Şimdide ortadan kaybolmuşlardı. İçerisi tekrar zifiri karanlığa boğuldu. Kendini topladı. Belinden biraz zorlayıp bedenini doğrulttu. Bu sırada kafasını karyola başlığının çinko çubuklarına çarptı. Zayıf metal sesi dar odada çınladı. Eşinin göz kapakları kırpıştı. Biraz yana döndü. İçeriden gelen ışık hareketlendi sanki odadan odaya atladı. Melekleri ürkütmüş olmasın bu mübarek gecede? Ama henüz Ramazanın yirmi yedisi olamazdı. Daha ortasına bile ancak gelmiş olmalıydılar. Bu olsa olsa hayta oğulları Onur olmalıydı. Kürek kemiklerini gerdi, omurlarını oynattı. Boynunu bir kaç kez sağa sola büktü. Biraz açılmıştı uykusu. Boğazını temizledi ve seslendi: “Onur, oğlum bana bir bardak soğuk su ver, kalkmışken!” İçeriden gelen ışık yer değiştirdi. Ahmet Ağa bunu yatak odasının buzlu camından fark edebiliyordu. İçeride oynaşan bu küçük ışık sürekli yer değiştiren oğlunun gölgesi olmalıydı. 

 

Mutfaktan önce buzdolabı kapağının açılma sesi sonrada parlak bir ışık geldi. Ahmet Ağanın gözleri bir an kamaştı. Cam sürahi mutfak tezgahında tok bir ses çıkardı. Sonra soğuk suyun bardağa lıkır lıkır dökülmesi kulağına kadar geldi. Dolap kapağı tekrar kapandı. Mıknatıslı lastik şeritli kapağın dolaba yapışmasıyla birlikte tekrar oda ve ev karanlığa gömüldü. Yaklaşan ayak tıkırtıları ile birlikte kapı aralandı. Baygın ve yarı kapalı gözlerle yatağında doğrulmaya çalışan Ahmet Ağa elini siluete doğru uzattı. Nemli soğuk bardağın buğusunu ayasında hissetti. Bardağı sıkıca kavradı. Su soğuktu. Üstelik avuç içini acıtacak kadar soğuk. Kurumuş dudakları suyla buluştu. Bir kaç saattir süren özlemi sona erdi. Muradına ermiş, yatağından kalkmadan, ışıkları açıp gözünü sürekli kırpıştırıp durmasına gerek kalmadan suya, bir bardak buz gibi soğuk suya kavuşmuştu. Siluet, onun kana kana suyu içmesini ayakta izliyor, karanlıkta hareketsizce elini uzatmış görevini tamamlamayı bekliyordu. Son damlalarda boğazından aşağı inmişti. Bardağı ince ve sessiz gölgeye geri uzattı. “Sağol!” Demekle yetindi yorgun dudakları. Siluet bardağı sessizce kavradı geri döndü ve kapı kapandı. Mutlanmış bir halde yeniden yatağa gömüldü ve gözlerini sıkıca kapattı Ahmet Ağa.

 

“Uyan bey! Hadi sahura kalk! Geç kaldık vallahi!” Bu telaşlı sözler ve omzuna dokunan ve kendisini aralıklarla sarsan eller Ahmet Ağanın tatlı uykusunu böldü. Yatak odasının açılan ışığı ile birlikte gözleri iyice açıldı. Gözbebekleri sürekli küçülmeye; ışığa bir an önce alışmaya uğraşıyorlardı. Doğruldu. Ayağa kalktı. Terlikleri ayağına geçirip, lavaboya yöneldi. Eşinin hazırladığı dızmana buram buram tütüyordu. Sofraya çöktü, bezi üzerine çekti ve sonra çay bardağına uzandı eli. Derin tastaki üzüm hoşafının taneleri usul usul yüzüyorlardı. Çaydan bir yudum aldı, eliyle dızmanayı koparttı, büyükçe bir parçayı ağzına götürdü. Bir yudum daha aldı çaydan. Üstünde ince bir yağ tabakası oluşan çayı sininin üzerine bıraktı. Bir an gözleri sini üzerinde dolaştı. Sininin üstünde geniş ve kararmış dızmana tepsisi, yayvan hoşaf tası, kaşıklar, çatallar ve çay bardakları vardı ve sonra gözleri tam karşısında duran eşi ve onun yanında - hemen sol tarafında - duran üstü soğuk suyun etkisiyle buğulanmış mavi camdan su sürahisine ilişti. Yorgun gözlerini kaldırdı ve eşine döndü: “Onur kalkmıyor mu sahura?” Bu soru karşısında duraksadı Naşide Hanım. “Ne kadar da unutkan oldun artık bey. Sana iftarda söyledim ya!” Bir parça dızmanayı ağzına götürdü, biraz çiğnedikten sonra: “Onur Tarık’la beraber. Halasındalar ya bugün. Ne çabuk unuttun. Yarın gelirim dedi. Sen teraviye gittikten sonra aradılar. Sana da selam söylediler.”

 

Ahmet Ağa çay bardağını siniye koydu. Oturduğu yerden geriye doğru döndü. Eliyle iterek kapıyı ardına kadar açtı. Kendini olduğu yerden geri doğru attı ve boynunu salona doğru uzattı. Naşide Hanım tuhaf gözlerle olanı biteni inceliyor, anlamaya çalışıyordu. 

 

Ahmet Ağanın gözleri masanın üzerine kenetlendi. Sonra öne düştü. Tekrar sofraya döndü. Sıkkın bir halde: “Onur bugün gelmeyecekmiş demek! Çayından bir yudum daha aldı. Birdenbire boğazına boca ettiği sıcak çay genzini yakmıştı; yutkundu. “Demek Onur bugün gelmeyecekmiş. Tekrar salona doğru bakmak için geriye doğru kıvrıldı. Oturduğu yerden şartları zorlayarak salondaki yemek masasının üzerine tekrar baktı. Sofraya yüzünü tekrar çevirdi. Gözleriyle eşinin yanı başında duran sürahiye işaret ederek: “Hanım, ver bakalım şurdan bir bardak soğuk su! Bu gece bana ikram edilen su kadar soğuk olsun. Hem de çok soğuk!” 

 

 


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Masal

Masal ... Neden olsun isteriz, Masallardaki aşklar gerçek? Mutlu gülüşler sonsuz, Birliktelikler, sorunsuz? ... Niye çok isteriz hep? O da beni - benim kadar, Ve hatta benden de çok... Daha da çok sevsin diye? ... Nedir karşılıksız aşkları; Bu kadar değerli ve unutulmaz, Kavuşulan aşkları ise sıradan yapan? Nedir aşkı, maşuktan bile kopartan? ... Niye bekleriz hep, tutkuyla sevip de, Karşılık bulamadığımız aşklar; Önümüzde serpilip büyüsün diye, Bilerek ve beyhude bir çırpınış ile? ... Neden çok sevilen anlamaz, Sevildiğini ve değer verildiğini? Bu güzel masalın her harfinin Bizzat kendisi için; yazılıp, çizildiğini?  ... Neden küçümsenir ki sevenin sevgisi? Niye görülmez bülbüle yâr olan gül bahçesi? Niçin hep bir inat, hep bir tafra yüceltir, Ve daha değerli kılar, yarım bırakılan sevgiyi? ... Karşılık almadan sevebilmek, Ne kadar da ilahi ve yücedir, halbuki... Kim, neden heba eder ki aşığının sevgisini? Ve rehberi yapar boş yere kendi ümitsizliğini? ... Sen de biliy...

HAYATINIZI DÜZENE SOKACAK 20 ALIŞKANLIK

Hayatınızı Düzene Sokacak 20 Alışkanlık Öncelikle herkese güzel bir hafta sonu dileklerimle. Umarım hayatınızın akışını arada bir durup sorguluyorsunuz. Yanlış anlaşılmasın sakın. Felsefi ve ontolojik bir var oluşçuluk ve bütüncül bir yaşam kaygısını sorgulamacı bir tutum ile irdelemek değil niyetim asla.  Bugüne hafif gibi görünen ama yaşam kalitemizi engelleyen, başarıya ve hedeflediğimiz amaca giden yolda bizi sekteye uğratan bir takım olumsuz davranışlarımızı ve nispeten kötü alışkanlıklarınızı azaltmaya yönelik bir takım önerilerim olacak.  Düzenli takip ettiğim bir kaç yabancı motivasyon ve kişisel gelişim hesabı var. Daga çok Amerikalıların bakış açısı ve dünya görüşü ile şekillenmiş tavsiyeler bunlar. Ben buradaki önerileri biraz bizim ülke ve insanımız bağlamına uyarlamaya çalıştım.   Hepsinin de değerli öneriler olduğunu düşünüyorum.  Küçük adımlarla giderek, hepsini değil belki ama dört beş tanesini bile uygulama geçirmek oldukça olumlu de...

Kendinizi Aşmanın 33 Yolu

Kendini Aşmanın 33 Yolu (İlk 15 Adım!)  Hemen hepimiz kendimize dair bir takım serzeniş ve şikayetler içerisinde oluyoruz. Az veya çok... İstemsizce veya üstüne basa basa şikayet ediyoruz.  Bazı şikayetlerimiz fiziksel şartlarımız ile ilgili. Kimimiz boyundan memnun değil, kimimiz kilosundan. Kimimizin beli kalın, bazılarımızın kırışıklıkları çok.  Kimimiz göz rengini lens kullanarak, kimimiz de fazla kilolarından sert diyet yaparak kurtulabiliyor.  Kimimiz ticari zekasının azlığından şikayetçi; kimimiz ise sinirlerini kontrol edemeyerek çevresini kırıp dökmekten. Bazılarımız ise tam bir toksik canavara dönüşmüş durumda, travmalarının acısını bi-haber olan yakın çevresinden çıkartıyor... Kimimiz bazen bir duygu süpürgesi,  kimimiz kalp buldozeri, kimimiz de ilişki mengenesi...  Ama her şey bir yana, hayat devam ediyor. Stoacı bakış açısını benimsemiş bir fani olarak, kendimizi sevmemiz, kendimizi iyi tanımamız ve içimizdeki o potansiyeli uyandır...