Roman - Dördüncü Bölüm: Yeryüzü Aşıkları
Labirentteki Mavi Kelebek
......
Yeryüzü ve yerüstü. Hayat bir bütün olarak toprak, su, hava ve biz -yeryüzü sakinleriyle- birbirine kuvvetlice kenetlenmiş durumda. Müthiş bir sistem, herşeyin birbirine muhtaç olduğu, bir parçanın kırılıp düşmesi anında dağılan, domino taşları etkisiyle zincirleme gelişen olaylar. Belki beyindeki çağırışımlar da bu şekilde oluşuyor, küçük bir olay bize neler hatırlatıyor bir anda. Bir ince kadın kokusu eski anıların en gizli köşelerine dokunuyor. Serin yerlerimiz etkileniyor. Bir koku bizi küskünlükler, tartışmalar, sıkıntılar, gülümsemeler, bıkkınlıklar ve çaresizliklerle dolu ilişkilere kadar götürebiliyor. Sokakta yürürken burnunuzu yoklayan etkileyici bir aşina koku, beynimizin hızlı fonksiyonel haraketliliği sayesinde ayrılığın nedeni olan: son tartışma anını aklına getirebiliyor.
Deli Tahir’in yanında daha fazla konuşmadan süzülüp gitmişti o gün. Ama dönüşte herkesin tercih ettiği asfalt yolu seçmiş, ayaklarıyla yol kenarında kümelenmiş irili ufaklı çakıl taşlarını tekmeleyerek ağır aksak aşağıya inmişti. Başında yüksek çam ağaçlarının gölgesi, altında sıcak bir güne merhaba diyen kızıl toprağın tozlu yüzeyi. Gün tüm gücüyle insanlara gülücükler dağıtıyordu yine. Neydi peki o günü özelleştiren? Ne farkı vardı yüzlerce, binlerce kez yaşadığı günlerden? Belki de ilk kez yeşilin kahverengi toprak tonlarıyla beslendiğini o gün farketmişti. Evet hayat ölümden geçen uzun bir yoldu ve ölümsüz bir hayat yoktu. Ölümsüzlüğü yakalamaya çalışan insanın zavalılığı tüm efsanelerde olanca çıplaklığıyla anlatılıyordu. Ab-ı Hayat bir türlü bulunamıyor, ölümsüz olduğu iddia edilen zat-ı muhteremler bir türlü bizim reel dünyamıza uğrayıp bizlerle tokalaşmıyordu. Ama olsun, bizler hayatı sadece yeşilden kahveye doğru giden bir yelpaze gibi görmüyoruz. Onun içinde pembe de var yakıcı kırmızı da, yüzlerimizi buruşturan ekşi mor tonlarıda.
İşte bu renklerin en parlağı, en vurucusu kırmızı. Hani su şarap rengi dedikleri lanet renk. Aşkın rengi, tutkunun, vazgeçememenin, zayıflığın rengi. Kapılıp içinde kaybolunulan, eriyip gidilen şu kuvvetli, hiç bir zaman soğuk olmayan öldürücü renk. Film negatiflerinde yeşilin hasmı olarak tab edilen şu meş’um renk! Hayatın karşısında, tutkulu aşkların yanında yer alan, hiç bir zaman hakimlik yapmayan hep taraflardan birisi olan ana renk.
Devrimcilerin baş tacı, ihanetin kokusunu çeperlerine kadar sindirmiş ruj rengi. Kışkırtıcılık ve isyanın ortak paydası. Hayatı içinde gezdiren kalbi, ciğerleri ve parmak uçlarını, gezinen damarların sıcak sıvısının rengi. Ama herşeyden önce ateşin, tutkulu aşkın resminin çizebildiği tek hain renk. Seni seviyoruz kırmızı. En gözde sloganlarımızı, en isyankar bayraklarımızı seninle boyadık. En çok sen kışkırttın bizi gecelerin serin loş anlarında... Evet şimdi aşkı boyamanın tam zamanı.
Delikanlılık; hem delilik hem de kanlı. Canlılık. Yine kırmızı, yine gençlik alevinin tutuştuğu şu tutulamaz dönemimiz. Kulaklarımızın tıkaçladığı asilik yanımızın hep ağır bastığı, tatlı acı anılarla dolu anlarımız. Ve bu anıların vazgeçilmez piyon taşı olan aşk.
Kendisi ne zaman tutkulu bir biçimde sevmişti birilerini ilk defa? Bu, çocuksu günlere giden bir cevapla karşılıklandırılabilirdi. Ama o dönemdeki aşklar ancak masumiyetin pembeliğiyle açıklanabilir. Kırmızı, henüz çok uzaklardadır. Yumuşak tonlar vardır, hafif dokunuşlar. Parmak uçlarını titreten, göz kipriklerinde eriyen tatlı yakınlıklar. Daha ötesini düşünmek nahoş... İlk sevdiği insanın trafik kazasında ölmesi onu aşktan tam sekiz sene uzak tutmayı becermişti. Ama bu sekiz senenin öcünü alırcasına fena halde tutulmuştu birisine. Hatta nefret ettiği halde, şiir yazmaktan, onun için bir şiir de yazmıştı. Şu tipik salak aşk şiirlerinden değil. “Senin için her şeyi yaparım: şunu yıkar, bunu yakarım” cinsinden beylik ve laf kalabalıklarından değil. Aşkın; hicranın derin acısıyla yeryüzünü süzen bir ölümlü edasıyla yazmıştı. Şimdi bile hala hatırında ilk ve tek şiiri:
Ayrılığa Alkış
Sen ve Ben
Birer yıldızlık
Ayrı yörüngelerde sessizce dolaşan...
Kör etmişti, yaklaştığında
Senin o parlak soğuk ışıkların.
Ölmüştü tüm beyin hücrelerim.
Bir denizdin sen,
Hırçın ve anlaşılmaz.
Yalardı beyaz köpüklü mavi deli dalgalar
Çorak sahillerimi.
Bir inci, bir define arardım,
Yeşil yosunlu, renkli balıklı
Turkuaz mavisi diplerinde.
Ama, ama, ama....
Ne beyaz inciler,
Ne de o renkli balıklar
Hiç olmadı aslında.
Definelerse hiç sunmadılar
mücevherlerini.
Ve şimdi çatlamış koylarımı
Kavuran, sadece tuzlu ve
Soğuk dalgaların.
Ve şimdi sen; sığlaştın,
Buharlaştıkça...
Ve ben; yamaçlara yükseldim,
Sen azalıp, sığlaştıkça.
Ve şimdi ben:
Bulutların gölgesinde, serin
Yeşil bir tepe,
Sen ise
Ölü yosunlarla dolu
Durgun bir dere.
Evet, aşkın rengi kan kırmızı. Aşk ise, sevdaların gözlerimi bir deli dolu bağlılığın kapladığı, sanki hiç bitmeyecek gibi görünen, beynin tamamen teslim alındığı, kalbin ise en hassas olduğu dönem; en zor tarif edilen, duygusallığın taştığı; dere yataklarını, alüvyonları söküp aldığı derecede güçlü gelen nehir. Sanki önünde en kuvvetli barajların bile mukavemet gösteremiyeceği, hiç bir statik ve direnç formülünü kabul etmeyen o güçlü sevda. Taraflardan birisinin kaprisleri, uyuşmazlık, inat, asilik gibi güçlü yok edici sevda rendeleriyle gün be gün azalan, yavaş yavaş yenilip, eritilen ve sonunda sevdayı kurumuş bir mumya’ya çeviren tavırlar ve ölen o güzelim sevdalar. Her başlangıç, aslında tarihe mal olacakmış gibi görünür ve dumanlar arasında yavaşça gözden kaybolur. Tıpkı çok iyi betimlenmiş ve perspektif açısından güçlü, orman içerisinde yağmurlu bir sonbahar gününü anlatan o flu tonlardaki yağlı boya tablolar gibi... Aşkların başlangıçlarıyla sonları arasındaki değişim ilişkisini anlatabilmek belki de en güçlü kimyasal formüllerin çözümlenmesi kadar zor olsa gerek. İlişkilerin bitimi ya da son nefeslerini kesik kesik vermeye başladığı anlarda taraflar dönüp geriye baktıklarında, “neydi yapılanlar ki bu dönülmez noktanın eşiğindeyiz, (ya da tek taraflı kabul etmek gerekirse: eşiğindeyim?)” sorusu kemirir beynimizin o yumuşak ama dikensi kıvrımlarını... Kimi aşkları başlatan o bir türlü tarifi mümkün olmayan, aşkın kimyası safsatasıyla hiç bir zamanda anlatılması mümkün olmayan elektriklenme olsa gerek. Bir dudak kıvrımı, ince espiriler, göz pırıltısı, eller, ince parmak uçları, o hain burun kıvrımları... Ve tabiki kaçınılmaz olan o yumuşak bir tonda ifade edilen hoş ifadelerle süslenmiş konuşma tarzı ve o tarzın sevmeye aday bireyler üzerinde yarattığı hassas kalp dokunuşu ve çırpıntısı. İşte o anda göğüs kafesinden yükselip kanatlanan, bulutları avuçlayan, güneşle sevişen bir kanat çırpınşı duyulur, hem de kalbin en dip ve ücra dehlizlerinde... O anda beyin devreden çıkmış, mantık çözülüp kopmuş, her şey kasırgaya gebe ılık meltemlerin yumuşak hakimiyetine çoktan terkedilmiştir.
Bu onulmaz, söz dinletilmez dönem oldukça uzun da sürebilir. Kimileri için ömür boyu hiç bitmeden, ölüm onları ayırıncaya dek. Hani filmlerde evlendirme memuru ya da aziz papazlar önünde ifade edildiği gibi klasik biçimiyle izleyip durduğumuz gibi. Ama bazı aşkların ömrü bir-iki aydır. Kimi aşklar yıl birimleriyle ifade edilir: üç sene sürdü sonra ayrıldık. Kimisi için daha da azdır bu süre: 8-9 ay. Ama sonuçta biten her ilişki ki gerçekten sevgi üzerine kurularak başlamışsa, acı verir, yaralar kalbi. Çizikler bırakır o hassas zarımsı doku üzerinde. Her yara gibi o da yok olur, zaman yıkayıp temizler. Son çiziklerde kaybolur ve sonra bir baktığınızda sadece bir iki ufak hatıra kalmıştır beyninizin eski ve sararmış kıvrımları arasında... O kadar...
İnsan insana vesiledir….bu zamana kadarki yazılı sohbetimiz ve hikaye ve denemelerin için teşekkür ederim…benim için hoş bir seda oldu emin ol..ben seni hep okumaya devam edeceğim
YanıtlaSil