Bireysel olarak kısa kısa tatilleri sevdim hep... Üç gün ila maksimum yedi gün arası uzunlukta... Bazen günübirlik hafta sonu kaçamakları... Bazen sadece tek geceyi iki gün gibi değerlendirdiğimiz tatiller daha iyi geldi ruhuma. Çalışma hayatının sınırlılıkları gereği olsa gerek, uzun tatil zaten mümkün olmuyor. Böyle bir imkanım olsa da tek bir yerde kalamazdım herhalde... Tatil denen şey - özünde - bulunduğunuz mekan ve ortamdan ve klişe monoton iş hayatının rutininden çıkıp başka özgür olduğunuz bir keyif halini sürmek. Daha öte bir şey değil...
Uzun insanlık tarihinde tatil çok yeni ve çok modern bir konsept... Holyday denen kavram anlaşıldığı üzere din ve kutsal veya kutsallaştırıma ile ilişkili. Haftalık tatil sanayi devrimi ve işçi hakları ile şekillenmiş bir anlayış. Hristiyan alemi için Pazar, Yahudiler için Sabbatik Cumartesi (ki pek faaliyet yaşaktır) ve Müslümanlar için Cuma. Diğer dinlerde ki uygulamaları bilmiyorum ama temel felsefe sakin biçimde ve özgür biçimde ibadet etmek... Yani yedi günün altısını kullara ve kul-tanrılara geriye kalan bir günü de o kulları yaradan tanrıya adamak ve vakfetmek... Aslında tanrı için özgürlük dilenmek.
Tatil geleneksel Türk kültüründe (eskiden ve şimdi de) köye veya memlekete gitmek idi. Aslında Anadolu insanımız için bu devamlılık gösteriyor. Bağ bahçe işlerine yardım. Yani yine bu yaşanan sürecin adı tatil değil aslında. Vaktinizi başka işlere veriyorsunuz ve çalışma mekanı ve türü değişiyor biraz...
Mandıra Filozofu adlı filmi izlemiş olmalısınız. Müfit Can Saçıntı çok iyi bir tespit yapıyor orada hem oyuncu hem de senarist olarak... Emekli olan bir kuş gördün mü diyor? Canlılar dünyasında bu yok aslında. Tükenene kadar çalışmak var. Bazı insanların tatil yapmak için gitmeye can attıkları yerler bazı insanların normal hayatını idame ettirdiği mekanlar. Sahil kenarında otel işletmeciliği yapıp yaz sezonu boyunca hiç denize girmeyen tanıdıklarım var. Bu da ilginç geliyor bana. Ya da deniz kenarında yazlığı olup on gün boyunca bir kere bile denize girmeyi aklına getirmeyen tanıdık aile bireyleri de çok.
Kendimi hep deniz çocuğu olarak düşündüm. Çocukluk ve ilk gençliğimin Gemlik ve Muğla'da geçmesinin etkisi muhtemelen. Sonra da karasal iklimi iliklerinize kadar hissettiğiniz soğuk bürokrasi ve beton şehrine hapsedildim. Severek okuduğum üniversitemden Cuma günü mezun olup Pazartesi aynı şehirde işe başlayınca şehir değiştirme alternatifini kendi elimle kapatmış oldum. "Self-suicide". (başka intihar türü de yok aslında 😜) Sonrasında da ömrünün üçte ikisinde açık hava müebbet hapsi cezasına çarptırılmış mahkumlar gibi hissettim kendimi.
O nedenle küçük kaçamak tatilleri seviyorum. Geçen yıl üç kez gelmiştim Kaş'a... Önceki yıl da üç kez... Çılgın kalabalıktan uzak (Thomas Hardy ye selam olsun...) sükunet arayışına cevap oldu Kaş. Önceden benzer sessizliği nedeniyle (ailevi durumlar nedeniyle de) Adrasan, Çıralı ve Gelibolu ve Fethiye yi tercih ediyorduk.. Beyaz peynir kalıbı ten rengim nedeniyle de büyük, şemsiyeli , şezlonglu ve gölgesiz plajardan koşarak kaçtım hep... Aradığım sükunet olunca cevap aynı yerler oldu. Beş yıldızlı uktra her şey dahil tatil köyleri de hep yemek yeme kampları gibi geldi - mide fesadı yaşatan...
Kısaca, yaptığım kısa tatilleri seviyorum... İnşallah ikinci ve üçüncü mini tatil için planlar yapma zamanı birincisi biterken...
Yorumlar
Yorum Gönder