Hiç
Hiç ve hiçlik tasavvufta çok kullanılan kavramlar. Benim çok ama çok uzak olduğum bir alan tasavvuf. Özellikle Mevlevi geleneği ve İbni Arabi ilk aklıma gelenler. Batı felsefesinde Aristo'dan Permanieades'e kadar bu konuda kafa yoranlar olmuş zaman içerisinde...
İşin gerçeğini itiraf etmem gerekirse, bu konuda gerçekten "hiç bir şey" bilmiyorum. Vallahi... Sadece duyduğum bazı kavramlar var. Berzah, Fenafillah, Fakr ve Namevcudiyet gibi. Buradaki konu aslında ben bu kavramdan ne anlıyorum ve bana ne ifade ediyor idi. Naçizane onu kaleme almak isterim bir lahzalık tefekkür sonrası:
Hiçlik her şeyden evvel yokluk ile ilintili. Mevcut olmama hali. Bir tür yok oluş. Hiçlik doğu felsefesinde fakr/yok olma belki de erime ile özdeşleşen bir kavram... Hiçlik bir mertebe kabul ediliyor üstelik de ulaşacağınız en üst basamak. Bu mertebeye ulaştığınızda artık sizi tutacak hiç bir şey yok. Çünkü bunun daha ötesi mevcut değil (namevcudiyet). Genelde ölüm ile özdeş görülmüş hiçlik ama bu fiziksel dünyada geçerli. Metafizik bağlamında hiçlik ölmeden önce kendinizden vaz geçerek varacağınız bir menzil...
Buradaki pek şey kavram çoğunuza ziyadesiyle mücerret/soyut geldi biliyorum... Daha anlaşılır ve kişisel bakış açım ile yorumlamak daha sağlıklı olabilir. Benim gözümde hiçlik - bir şeyin görünür dünyadaki varlığı - mevcudiyetinden daha ziyade, kişinin kendi içinde kaybolması ve maddi ve fiziksel varlığından bir adım öteye geçerek - dünyevi / eyyamcı / karnal arzuları aşıp kendi öz benliği ile hemhal olma aşaması.
Mesele bize ayak bağı veya pranga olan safî maddiyatçı ve dünyevi tutkuları aşıp, daha üst tahayyüller ve nosyonlar peşinde yok olma çabası. Aşk gibi. Sevgi gibi. Bilgelik gibi. Saygı gibi. Topyekûn insanlık ve iyi insan olma gibi basamaklar bunlar. Aslında basamak da değil bunlar. Yukarı adım adım çıkmanıza, bir alt aşamadan bir üst aşamaya geçmenizi gerektiren bir yapıda asla değil üstelik analitik düşünmenize gerek yok...
Hiçlik sadece içinde kaybolmanız gereken şeffaf uçuk mavi ve tüy kadar hafif bir küre içindeki ruh hâliniz. Kendinizi sizi aşağı çeken ağırlıklardan kurtarma ve kendi zihinsel varlığınız ile yücelme ve yükselme hali aslında hiçlik. Hiç bir şeye aşırı değer ve anlam yüklemez onları kutsallaştırıp, tanrılaştırmaz iseniz hiçlik mertebesine giden tarîk'te doğru yoldasınız demekki ... Bubasama aslında mutluluk aşaması. Uzakdoğu felsefesi tabiriyle nirvana.
Labiretteki Mavi Kelebek isimli bir roman yazma girişimim var... Orada "Dağdaki Adam" başlıklı Üçüncü Bölümde asıl kahramanın karşılaştığı dağda tek başına küçük bir derme çatma kulübede yaşayan ve kendisine Deli Tahir lakabı takılan bir meczup karakterini kurgulanmıştım (yıl 1995🫣). Bu hayatı seçmesi ile ilgili şöyle bir tercihi ve tespiti vardı Deli Tahir'in: aşk ateşiyle yandığı için, o dönem (nerdeyse 30 yıl önce) hiçlikten ne anlamışım o romandan biraz alıntı ile:
Deli Tahir: “Demek kitap okuyorsun. Seni de uçurur mu kitaplar? Bak ben kitap hastasıyımdır. Belki de beni deli zannetmelerinin sebebi de bu. Çok okumak, sonra -biraz- etkilenmek. Uçup uzak diyarlara konarım sonra. Bunu kalabalık içinde yapınca oluyor olanlar. İnsanlar nereye konacağımı anlamadıkları için, aman üstüme gelmesin diye benden kaçarlar, oysa o anlarda ben orada bile değilimdir. Değişik diyarlar gezerim ben kitap kapağından yapılmış kanatlarımla... Şiir bile yazarım sonra. Tıpkı herkesin yaptığı gibi. Sana şiirlerimden de okurum buraya gelirsen. Sık geleceksin ama bir kere gelene şiirimi falan göstermem. Otuz sekiz tane oldu. Kitap bastırmak istiyor canım. İsmi de “Tahir’den Esintiler” olmalı. Ama o zaman Zühre’n nerde derler mi acaba? Desinler n’olacak sanki? Benim Zühre’m öleli çok oldu. Gitmeseydi keşke. Ama ölüm kılıcı keskin. En sağlam ilişkileri bile “hışt” diye sessizce ikiye ayırıveriyor: dedi havada kollarıyla bir daire çizerek. Sonra tutturabilirsen bir oraya getir de tuttur. Zor be, çok zor.” Düştü kolları yana...
Galiba Tahir’in bam teline basmıştı. Zühre ve Tahir. Tahir ve Zühre, tıpkı Ferhat ve Şirin, Kerem ve Aslı, Yusuf ve Züheyla; Romeo ve Juliet ikililerinde olduğu gibi... İki insan ve tek aşk, ya ölüm ya hicran ama vuslat çok uzaklarda. Tahir’i Deli Tahir yapan acaba “Zühre” sevgisi miydi? Yoksa dediği gibi kitapların ciltli ya da karton kapaklarından kanatlar mı? Her Tahir’in bir Zühre’si ve her Zühre’nin de bir Tahir’i olmalı mı? Bu zincir insan varlığının yeryüzündeki ilk saniyelerine kadar uzanıyorsa eğer, bu sevgi böylesi derin ve onarılmaz yaralar açar mı? Kalplerde açtığı yaralar bir gerçek, peki ya beyinlerde bir vida gibi oluşturduğu burgulu boşluklar? Onlara ne demeli? Tam bu sırada Tahir girdi düşünce bahçesine. Kırmızı bir gül koparttı. Hem de elinin dikenlerle kanatılmasına aldırmadan. Gül dalı kökleriyle geldi. Topraklar ince köklere dolaşmış, nemli ve burukça düştüler yere... Tahir düşünce bahçesinden çıktı. Konuşma tekrar sahneye indi.
“Benim Zührem öleli yedi yıl oluyor. Kitaplarla yatar oldum. Kalın, etli butlu kitaplar... Zührem gibi. Benim Zührem güzeldi. Kalın olmadı hiç bir zaman. İnceydi, belki kuğular gibi değil. Üstelik gözleri de kahverengi. Ne koyu ne açık. Kahve gibi hani. Kahveyi de güzel yapardı. Artık kendim yapıyorum. Hiç onunkiler gibi olmuyor, ya tatsız ya da köpüksüz... Neyse canım. Boşverelim bunları... İşte... Ben çok kitap okudum, o yokken. Sence nereye gitmiştir? Ona cennet mi cehennem mi yakındı acaba? Artık farketmez. Yükünü götürdü. Kemikleriyle birlikte. Belki de karşılaşırım onunla... Tekrar... Ne güzel olurdu... Keşke onunla aynı köşkü paylaşsaydık cennette! Sen nereye gideceksin ölünce?”
Zühre ve Tahir gibi “dünyevi” bir aşk. Tarihe malolmuş bir sevgi yumağı. Ardından gelen bir ölüm ve herşeyin bitmesi. Hikayeler hep böyledir. Böyle de olmalıdır. Hayat dünyadadır. Sevgiler, aşklar, büyük fırtınalı birliktelikler hep dünyadadır. Onların tadı yeryüzünde alınır. Bunun altı ve üstü düşünülemez. Ya ölümler ya da ölümcül fermanlar bitirir hiç bitmeyeceği sanılan aşkları. Ama aşkların öte dünyada ne olacağını hiç bir şair, hiç bir romancı, hiç bir edebiyatçı yazmaz. Böylesi bir aşk sorusundan o geniş uçsuz bucaksız dehlize girip birşeyler aramak ne kadar da zor. Üstelik aşklar yeryüzüne mahsus olmalı. Tıpkı su geçirmez saatlerde olduğu gibi aşklara da cennet-geçirmez (paradise-proof) yazmalı- ya da daha da önemlisi ve ürkütücüsü cehennem-geçirmez olmalı... (hell-proof)
“Sen nereye gideceksin ölünce?” Bu soruyu Tahir’in dudaklarından duyduğunda 18 yaşını henüz geçmişti. İnsanların kırklarından, ellilerinden sonra düşündüğü bu soruyu o 18’inde duymuştu. Erkendi belki. Böylesi sorularla tanışmak için. Hayatı -evet dümdüz güzelce gideceğini düşündüğü- hayatı sırf bu soru yüzünden virajlı ve tehlikeli bir yola sapmıştı. Ölümü düşünmek ve ölümle var olmak. Ölümden önce ölümü duymak. Kalp kapakçıklarında ölümün postallarının izini hissetmek, sıkışmak. Cenderede dört bir yandan daralan bir tahta kutu içerisinde sıkışmak. Küçüldükçe küçülmek ve sonra sadece kemikler. O güzel yağız görünümlü, erkeklerin ve kadınların imrendiği bronz rengindeki kasların tel tel dökülüşü ve kahverengi toprağa karışıp, hayat çemberine katkıda bulunmak için gübreleşmesi, toz olması ve aslında yine çiçeklerin damarlarında, mezarlıktaki yabani otların köklerinde hayat bulması... Ölüm ve sonrasında hayata, cana can katan kas lifleri, karıncaların keskin kıskaçlarında gıda olan etli hücreleri, yeraltının bilinmeyen böcek ve bakterilerini besleyen yeni bir doyum kaynağı olacak gövdesi... Ya ötesi. Bu kadar mı her şey? Yaşar ve ölürüz. Bizim için hayat dünyadan ibarettir. Niçin yaşarız ve niçin ölürüz? Hain filzofların rütbesini arttıran bu soru kendisini alçaltacak mıydı, yoksa yükseltecek miydi?
“Bilmem” diyebildi o zamanlar . Oysa şimdi kendisini cehenneme daha yakın, dünyaya daha uzak hissediyordu. Şehrin ışıkları bir bir sönmekte ve insanlar yumuşak yastıklarına başlarını usulca gömmekteydiler. ....
......
İşte böyle bir şey hiçlik....
Kendi hiçliğinizde var olmanız dileklerimle...
Yorumlar
Yorum Gönder